Images

O ZAMANLAR

 
   O zamanlar, sarı saçlı, mavi gözlü devin, yetiştirdiği hayvanlar pek bir özeldi.  Yaşadığı yerden, kullandıkları malzemelerin yaratıcılığına ve yiyecekleri inanılmazdı. Komşularımız inanamaz, bu tuhaflıklara şaşkınlıkla itiraz ederdi. Evin büyük balkonunun altında kümes vardı . Bu kümes hatırladığım kadarıyla eğilerek girilecek bir yükseltide olmasına rağmen, babam toprağı kazıp, mıcır taşlara karıştırması sonucu bir insanın rahatlıkla gezebileceği bir yer olmuştu. İçeriye ışık girmesi için iki pencere açmış, tellerle kaplamıştı. Tavukların tüneklere ulaşması için, Ihlamur ağacı dallarından merdivenler yapmıştı. Akasya ağacından tünek kazıkları ki, hatırlarım bu kazıklardan biri toprağa çakıldığı için köklenmiş ve mevsiminde yapraklanıp çiçek açmıştı. Gelelim tüneklere, eski sandıklardan, sepetlerden, beşiklerden tünekler vardı.
    Bu tüneklerin en ilginci hiç kuşkusuz şimdi markasını hatırlama samda, çocukluğumun saatlerce karşısına geçip arkası yarın adlı piyeslerini merakla beklediğim radyo idi. Ön cephesi hasırdan, yanları parlak ahşap, tuşları ve iki yanda düğmeleri ile bir radyonun içine samanları doldurmuş folluk yapmıştı.
    Babamın tavukları da bir acayipti zaten nasıl olmasın, su içtikleri yalak bozması  yüz yıl öncesi bir saraydan çıkma lavabo idi. Kümesleri bir ev boyunda, güneş alan, tünek kazıkları akasya ağacından, biri canlı ve çiçekler açıyor. Bu tüneklere ıhlamur ağacından yapılmış merdivenlerle ulaşılıyor. Folluklar beşik, sepet ve radyo.  İnanın kırıta kırıta bir kurumla çıkarlardı ki o merdivenleri görseniz altın yumurtlayacak sanırsınız. Gıt gıt gıdak ne o yumurta yapacak. Kümesleri de yetmezdi onlara, merdivenlerden balkona çıkar.  Balkondaki mermer masanın üzerindeki kahvaltıma rahat vermezlerdi. Ben sinirle bir, iki kovalar üçüncüde birini yakalayıp hırsla balkondan aşağı savururdum. Sersemleyen tavuk gün boyunca tavukluğunu unutup hindi modunda gezmeye başlayınca babam telaşlanır. Kargalara kızar, sularını ilaçlar, kümeslerini kireçler. Tabi tüm bu angaryalardan payıma düşeni yaparken daha bir hırslanır, diş bilerdim. Tavuk kendi moduna geçmeyip hindilikte ısrar ederse şansı yoktu. Hemen kesilip bir komşuya ikram edilir, ya da annemin gönlü yumuşatılıp akşam yemeği olarak sofrada arzı endam ederdi.
 O zamanlar Bermuda Şeytan Üçgenini merak ederdim. Birde Kızıl Maskeyi, Mandreke nin nasıl olup aynanın diğer tarafına geçtiğini de. 
 O zamanlar kışın boğazın üstünde bir hafta boyunca duran o siyah bulutu da çok merak etmiştim. Maya ile kaptan körkün mr.spak'la bulutun içinden inip bahçeye ışınlanacağını bile yazmıştım.  Köprünün üstünden gökyüzüne ulaşan rengarenk ışıklar içindeki uzay araçları vardı. Mantar biçiminde ve kırmızı noktaları olurdu.  Yaz gecelerinde parlayan yıldızlarında  isimleri vardı. En parlağı kutup yıldızı değildi. Büyük ayı, küçük ayı çocukların yutacağı bir hikayeydi.  Kül rengiydi, Kartopuydu, Dumandı. Patraş, Tilki, Alaca, Bambi, Karaburun, Kalem, Cici, Yaman, Karabaş,Suşiydi. 
 Tüm bu yıldız isimlerinin sebebi uzaya gönderilen köpek Laikaydı. Onun hikayesini hiç unutmadım, aya her baktığımda onun ruhunu orda hissederim. Bu yüzden gökyüzündeki yıldızlara köpeklerimin ismini verdim. 
O zamanlar ağaç tepelerinden inmezdim. Şeker kız Candy, Çalıkuşunun Feridesi misali.  Dizkapaklarım hep yara bere, kollarım çizik içinde. Salıncak vazgeçilmezim. Volan vurmak ezberimdi. Akasyalar açarken boğaza karşı uçmanın tarifi yok. Yıldızlı gecelerde, hamak içinde şarkı söylemek pek bir güzeldi. Beni hep bu güzel havalar mahvetti. Şairlerin dizelerinden gökyüzüne bir merdivenim vardı. Kırgın ruhumla saklandığım sayfalar sarıp sarmalardı. Tom amcanın kulübesi, Şeker Portakalı, Tom Sawyerın maceraları, Küçük Kara Balık, Kaf dağının ardındaki Zümrüdü Anka olmak bilgi ağacındaki her bilgiyi yalayıp yutmak. 
O zamanlar diz boyu karlar vardı. Kartopu savaşları, kızaran burunlar, soğuktan donan parmaklar. Yine de bütün çocuklar sokaktaydık. İç içe kucak kucağa oynamaktaydık. 
O zamanlar, kardan adamlar adam gibi adamdı. Sabahtan akşama cıvıyıp erimez, günlerce dimdik ayakta kalırdı. Hayat zordu, insanlar zoru kolay yapmanın bir yolunu bulurdu. Umut hep vardı, karanlık gecenin sonunda güneş doğardı. Boğazın dalgası, ayazı hiç eksik olmazdı. Gemiler batar, deniz haftalarca yanardı. 
 O zamanlar leylaklar nisanda, güller mayısta açardı. Yediverenler hariç, karda açan bir gülüm vardı. Merdiven başında beyaz çiğ taneleri koklardım yapraklarında. 

Nurten Yurt

(Yedi yılda tamamlanmayan yazılardan)
Images

Varoluşun Dayanılmaz Ağırlığımıydı Yaşamak

Gökkuşağından Darağacı           


 Şimdi'nin bedeni yok,

Yontuyor geçmiş bilgisiyle
gelecek belki olur diye taşı,
taşını kokluyor
yontu dağılıyor...


Şimdi'si yitik
bundan boyuyor
boyuyor evine aldığı
ağacın üzerine tüneyip
duvarını, tavanını, geçmişi
ve geleceği ve her yanını;
dal kırılıyor...


Şimdi'si yitik
diziyor diziyor notalarını,
göğe ışık üzerine boncuklarını,
ucuza getiriyor varlığını
sonsuzun sessizliğiyle
sonlunun gürültüsü arasında,
O bitirince kıyısında gezindiği
yol çöküyor...

Şimdi'si yitik
bundan yazıyor
yazıyor enine boyuna
içini ve dışını ve yeri
ve göğü ve suyu,
bindiği kadırga
o inince batıyor

Nilgün Marmara


  Hep genç yaşta mı  veda eder hayata bu şairler.  Sözcükleri  sorgularken hayatı, insan olmanın acılarını, iki yüzlülüğünü ve yaralarını, sıkı sıkıya ilmikler okuru yaşama. 
 Ruhumuzu yıkayan şiir dizeleri vardır.  Hayatın ağırlığını hafifleten , gamı gözyaşına dönüştürüp çocuksu saflığımızı hatırlatan.  İnsanın, insan olma yolundaki adımları  farklı da olsa , yaşamlar  başka başka sözcükler bizi birbirimize bağlar. 
 İnsan olmanın tüm nimetlerini yaşatmıyor  hayat.  Hassasiyet ince bir çizgi kimi zaman çizilen ince çizgilerin bir araya gelip  sildiği yaşamı. 
 Hayatın o sıradanlığına, belki de acımasızlığına karşı sığındığımızdır yazmak. Kapıldığımız umutsuz ruh hallerimize giydirdiğimiz yüzlerce karakter ve maske. Ruhumuza sinmiş acıyı , huzursuzluğu silip yenilenmenin yolu.  Duygu devinimlerimiz, içinden çıkmak istediğimiz kaoslar, kaybettiklerimizin ilacıdır sayfalar.  Okudukça çoğalır, belki de katmanlaşırız.  Katmanlarından soyutlaşıp saf kalabilmenin yolu sözcüklerin safiyetidir. 
 Şimdi 'nin gücüyle dalgalara rağmen, varoluşun dayanılmaz ağırlığıyla, kulaç atmaktır yaşamak.

Nurten Yurt
Images

Yaşar Kemal Romanları

Orta Direk (1960)

Yaşar Kemal, Orta Direk, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu romanlarından oluşan Dağın Öte Yüzü üçlemesinde, yalak köylülerinin yaklaşık 13 aylık bir süreyi kapsayan yaşam mücadelelerini anlatır. Orta Direk’te köylülerin yaz sonunda pamuk toplamak için Çukurova’ya gidişlerini anlatır.
Yaşar Kemal, bu üçleme için “Çok ağır, çok zor koşullar içinde yaşayan sonsuz bir direnişle yaşamını sürdüren insanların hikayesidir.” der.
“Halil Emmi, daha kaç gün kaldı senin döngele turnalarının gelmesine? [….] İt dölü. Adam değil ki Mollanın oğlu. Yayvan yayvan güler. Pis. Sırıtkan. Yolunu değiştirdi, başka, uzun bir yola saptı. [….] İyice kocadım mı ola? Seksenini de geçmiş olacağım Allalem.”

Yer Demir Gök Bakır (1963)

Bu üçlemede Yaşar Kemal, kurguda ve anlatımda yeni teknikler dener. Bu romanda ise köylülerin Adil Efendi’ye olan borçlarını ödeyemeyecek olmalarının onlarda yarattığı korku ve bu durumdan kurtulmak için ermişe döndürdükleri Taşbaş’ın öyküsü anlatılır. Bu romanın, Orta Direk’ten farkı, anlatıcı taraf tutarak, kendi düşüncelerini rahatlıkla ifade ederek okuru yönlendirmeye çalışır.
“O mavi kuştan, yanar döner kuştan… Hani, su kıyılarındaki yarları yılan deliği gibi deler, çok derinlere kadar deler, ta dibine, toprağın altına gider, oraya yuvasını yapar. Yuvalarının ağzında da her zaman bir çiçek biter. Ya bir yoğurt çiçeği, ya bir pampal, ya ağınağacı çiçeği, ya bir su püreni. O kuş çiçeksiz edemez, işte o kuştan bir tane tutmalı.

Ağrı Dağı Efsanesi (1970)

Ağrı Dağı Efsanesi, Ahmet ve Gülbahar arasındaki aşkı anlatır. Ürpertici epik bir üslup, pürüzsüz bir kurgu, etkileyici ve güçlü karakterleri ile bir aşk destanıdır. Ayrıca, Yaşar Kemal insan psikolojisinin derinliklerine iner.
“Gülbahar orta boylu, dolgundu. Duru, açık bir teni vardı. Buğday benizliydi. O, kızkardeşlerinden başka türlüydü. Ağrıdağı kadınları gibi üst üste dökmeli fistanlar giyer, saçlarını kırk örgü yapardı. Gerdanlığı altındı. Ayak bileklerine Ağrıdağı kadınları gibi altın, inci, zümrüt halhallar takardı. Çok zekiydi. Az konuşur, hep inceden gülerdi. Öteki kardeşleri erkek olsun, kız olsun, saraydan çok az dışarı çıkar, çok az halkın arasına katılırlardı. Gülbahar böyle değildi. O, hep halkın arasındaydı.”

Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974)

1974’te yazdığı romanın, diğer romanlarıyla ortak temaları vardır. Roman, Yusufçuk Yusuf (1975), Akçasazın Ağaları üçlemesinin ilk iki kitabıdır. Ölüm, öldürülme korkusuyla ilerleyen destansı bir romandır. Zengin ve destansı betimlemeler, romana destansı dil ve söylem atmosferi verir.
“O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çektiler gittiler. Bir kere, iki, üç, dört, beş kere, yüz kere, bin kere söylüyor, içini bir ağlamanın, doya doya ağlamanın, kırgınlığın korkunç bir öfkeden geri kalmışlığın yumuşaklığı, hüznü, ağlamak isteği dolduruyor, bu erişilmez duyguyu kaçırmamak için de durmadan sözleri arka arkaya söylüyor, bir kaçırırsa, bir daha bu erişilmez tada varamayacağını sanıyordu.”

Teneke (1955)

Bir Anadolu kasabasında çeltikçi ağaların ektikleri çeltik sıtmaya neden olur. İdealist genç kaymakamın halk adına ağalarla mücadelesini anlatır. Kaymakam ardından teneke çalınarak sürülür. Romanda yerel dil fazlaca kullanılmış, o yöredeki insanların yaşantısına ulaşmamızı sağlıyor.
“Böyle üst üste gelen olaylar, Kaymakamı iyice sarsmış, zayıflatmıştı. Yüzü sapsarı, her zaman düşünceli, yorgun, kırılmış, kederliydi, ince dudakları, daha da incelmiş, keskin bir bıçağın ağzına dönmüştü. Gözleri pırıltı içindeydi. Işıltılı. Saçlarını sinirli sinirli arkaya doğru atıyordu. Tek inandığı insan şimdi Resul Efendiydi. Baba gibi seviyordu. O da onu koruyordu. Kasabadaki dedikoduları, hakkındaki iğrenç şayiaları, planları günü gününe duyuruyordu. Bir ay içinde bir ömürde öğrenilebileceklerin hepsini öğrenmiş gibiydi. Hele şu son günler!… Köylerde köylülerle yatmıştı. Bitlenmişti. Doktorun muayenehanesi önünde kuyruk olmuş hastalarla konuşuyordu her sabah, daireye gitmeden önce. Nasıl yalan söylenir, dalavere yapılır, ruhsat almak için nasıl dolaplar çevrilir, hepsini, hepsini öğrenmişti.
(Kitap seçkileri)
Nurten Yurt

Images

Atabetül Hakayık



12. yüzyıl Türk edebiyatçılarından Yüküneli Edib Ahmet tarafından yazılmış bir eserdir. 

"Gerçeklerin Eşiği” manasına gelir. Aruz ölçüsüyle yazılmış didaktik içerikli bir mesnevi türüdür. Dönemin sultanlarından Muhammed Dad Sipahsalar’a yazılmış dini ve ahlaki içerikli bir mesnevidir. Kur’an-ı Kerim’den sonra insanlara İslamiyet’i anlatan bir eserdir.


1906 yılına kadar varlığı bilinmezken tesadüf eseri bu yıl Ayasofya Kütüphanesi’nde çalışmalar yapan Necip Asım tarafından bulunmuş ve edebiyat camiasına sunulmuştur. Şekil olarak incelenirse beyitlerin “aaba” olarak şekillendiğini, dörtlükler halinde, mesnevi türünde yazıldığını görürüz. Konu olarak bakacak olursak büyük hırsın, ahlak yoksunluğunun, cehaletin ve kibrin ne kadar kötü duygular olduğunu vurgulamış; iyiliği, alçakgönüllülüğü, bilginin gücünü ve hoşgörünün önemini belirtir. Asıl metnin dörtlüklerle söylenmiş olması yazarının milli şiir zevkini sürdürdüğünün göstergesidir. Dil bakımından Kutadgu Bilig'e göre Atabetü'l-Hakayıkta Arapça, Farsça kelime sayısı daha fazladır. Bu durum eserin dini içeriğiyle ilgilidir. Ancak, halka hitap eden eserde konu ve düşünce kurgusu daha basittir.


Atabetü 'l-Hakâyık’ın sonuna eklenmiş olan manzum parçalar, eserin 15. yüzyılda bile yazarına saygı duyularak okunan ve yararlanılan bir kitap olduğunun kanıtıdır. Eserin sonunda, Emir Seyfeddin tarafından yazılmış olan dörtlükle Emir-i Kebir Arslan Hoca Tarhan'ın manzumesi, Edip Ahmed'i takdir amacıyla kaleme alınmıştır. Bu manzumeleri yazmış olan her iki emir de Timur dönemi emirlerindendir. Övgü olarak kabul edebileceğimiz bu manzumelerde Edip Ahmed'in anadan doğma kör olduğu belirtilir ve eseriyle kazandığı saygıdan, gördüğü ilgiden söz edilir.


Atabetü'l-Hakâyık, Necip Asım (Yazıksız) tarafından Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunarak 1906 yılında bilim dünyasına tanıtılmıştır. Necip Asım, hem Uygur hem de Arap harfleriyle yazılmış olan bu nüshayı 1918'de İstanbul'da bastırmıştır. Daha sonra N. Asım yine Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunan bir başka nüsha daha bulmuştur. Kitabın ayrıca İstanbul Topkapı Sarayı Kütüphane 'sinde Arap harfleriyle yazılmış bir nüshası daha vardır. Reşid Rahmeti Arat, hem Uygur, hem Arap, yalnızca Uygur ve yalnızca Arap harflariyle yazılmış olan söz konusu üç nüshayı karşılaştırarak 1951 yılında edisyon kritikli metin halinde TDK yayınlan arasında çıkartmıştır. Bu kitapta eserin Türkçe çevirisinin yanı sıra Atabetü'l-Hakâyık nüshalarını tanıtan ve eser üzerin­de yapılmış araştırmaları içeren bir de önsöz bulunmaktadır. Atabetü'l-Hakâyık Batılı araştırmacılar tarafından da incelenmiş olup eser üzerinde en ciddi çalışma Jean Deny tarafından yapılmıştır. Eserle, Polonyalı Kovalski de ilgilenmiştir. En uzun  beyitleri yazmıştır.

Nurten Yurt
Images

PENCERELER

      Sevincim

Seni dün gördüm pencerende     

  

Sevincim hiç yoktan sabah ki ağrır

Ya seni, ya dün, ya pencerede

Aynı kentte yaşadığımızı biliyorum

Seni gördükçe pencerede

Hem seni, hem dün, hem pencerede.

Sevincim hiç yoktan pencerede

Bir kent ki ağrıdıkça ağrır

Hep seni, hep dün, hep pencerede.

Aynı kentte yaşadığımızı biliyorum

Sevincim ağrıdıkça pencerede

Melih Cevdet Anday

      



Güneş doğuyor pencereme, unutulmuş kapı, eski bahçeler kalakaldık pencerelerde



Hayat akıp gidiyor, alkışlar ışıklar kalakaldık pencerelerde

Geçip giden bulutlar, sahilde hapşıran deniz, ıssız sokaklar, boş banklar

En çok da sensizlik, sessizlik, sevilcememezlik kalakaldık pencerelerde

Bir şeyler eksik bu şehirde, çalmayan vapur düdükleri, kuşların kanat sesleri, 

Belki de trafik, kaldık pencerede

Sofralar boş, ışıklar loş, sakin sokaklar, yok sarhoş kalakaldık pencerelerde

İstemsiz, nefessiz olmuyor, güneş doğuyor pencerede, batıyor pencerede....

Nurten Yurt

(Pandemide yazı Çalışmalarından)

Images

ŞAKACI KELİMELER

 Şakacı 

Güler, gülümser bir şakacı,

Güldürür, düşündürür,
Arada-bir durur, gözleri dolar,
Neler söyler, neler susar...
Yoksa, çok acı bir şakayı şakadan da olsa,
Çok yalın bir karanlığa mı saklar...
Oynadığı oyunsa, yaşamda oynadığı,
Oyununu mu yaşar...
Oyunda yaşadığı, yaşamını mı oynar...
Yaşarcasına, oynarcasına,
Sonunu mutlu bağlar,
Gider evine ağlar.

Özdemir Asaf


Sahne ve Perde ya oyun nerde? Ufkun dibindeki o ışıltılı nokta. Dalga dalga inen, üzerine sinen o sisin üzerinde yürüyordu. Merhale, merhale kayboldu şehir bilinmeyenin içinde. Attığı adımı göremiyordu. Allahtan sessiz ıssızdı sokaklar. Sesleri kaplayan sessizliğin içinde yol almak. Neredeydi o çılgın motor sesleri, martı çığlıkları, denizin dalgaları? Sessiz sakin ve sis. Kayıp şehir, kayıp deniz esrarengiz. 

Elini uzattı sise kayboluşunu gördü. Attığı her adımda kaybolan ayaklarla ilerledi. İlerledi, belli belirsiz ıssız sessiz bilinmezin içindeki bilmeceye. İlerleyecekti sessiz sakin kaybolan geçmişe inat, bilinmeyen meçhule..


Kelimeler


Yarıda kalmış aşklarının hesapları içinde
Denizlere açıldı içimizden biri
Niçin gittiğini söylemeden.
Doyulmamış arzularla doluydu yelkenleri.
Yıpranmış kelimelerin verdiği güvenden.
Bulacak sanıyordu yenilikleri.
Her an bir yeni su vardı,
Her yeni suda bir yeni an.
Deniz, dalgalarıyla gösteriyordu dışından
Yaşananla düşünülenler arasındaki farkı.
Bitmiyordu köpüklerle renkler
Bir başka damlada, bir başka ışıkta başlamadan.
Gözlerinin önünde bir oyun, ardında bir oyun.
Dışında ne varsa yeni, ne varsa gerçek.
Yeni manzaralarla gelen yeni duygular
Hani, eski kelimelerle olmasa
İnsanın ömrünce devam edecek.
Gözlerinin önünde bir oyun, ardında bir oyun.
Anladı,ölmekle yaşamanın birleştiği noktada
Yeni rüzgarlarla esen yeni korkulara
Yeniliklerini bağışlamayan kelimelerin
Nasıl düşman sığınaklar halinde direndiğini.
Anladı, bütün olmuşlarla olanların
Ve bütün olacakların
O kelimelerin içinde
Kendisine varmadan eskidiğini.


Özdemir Asaf



Kelimelerin sustuğu yer, dedi noktayı koydu.  Nasıl susardı ki kelimeler? Avazı çıktığı kadar bağırıyordu işte. Sessizlerin seslilerle kaynaşıp bir olduğu bir yer vardı. Biri zıplıyor, öbürü haykırıyor sayfaların arasında zapt edilmiyordu.  Nasıl susardı onun kelimeleri bunca yalanın arasında gerçeği haykırırken susmak olmazdı. Yalan hep vardı, yazılmaktaydı, gerçek susturulamazdı. Bu görüntüler, tüm bu gerçekler kelime olup akmalıydı. Haksızlıklar, bir gün birileri tarafından ortaya çıkarılacaktı, bunları kelimeler yapacaktı. 
Haykıracaktı o sonsuza dek, kimse görmese de, kimse duymasa da elbet bir gün. Gökyüzünün en uzağındaki o en parlak yıldızdan süzülen huzmenin içinden dağılan kelimeler bir gün gelip gerçeği haykıracaktı. Ve kelimeler sel olup akacak doğruları yazacaktı. İnsanoğlu bir gün kelimelerin eskise de yenileneceğini anlayacaktı. 

Nurten Yurt

(Pandemi de yazı çalışmalarından)
Images

Asaf Dizeleriyle Güzelleşen Gece

Aynanın Oyunu

 Bir çocuk doğdu, bendim.

Sıraya girdim insanlar içinde.

Alay bayrak büyüdüm
Odalar, sofalar içinde.

Bir ayna doğdu, gördüm.
Sıraya girdi aynalar içinde.
İsime geldi, aldım,
Çarşılar, pazarlar içinde.

Bunca yıl yüzüne baktım.
Kendisini aşmadı
Olanlar içinde.

Bir sabah uyandım,
Duruyordu karşımda
Düşmancasına,
Bir cam,
Aldanmış,
Kendini ayna sanmış.

*Özdemir Asaf


Aynalar ve sen yansımam mıydı, ben sensizliğin acısı sinmiş yalancı cama, baktığım ben miydim sen mi? Ya çizgiler tamda gamzenin üstünü çizen iki çizgi yol etmiş biri sensizliği diğeri sessizliği. Gördüğüm ben miydim yoksa sen mi? Gözümün çukurunu, burnumun dibini sızlatan o belirsizlik. Yalancıysa bu cam? Ya sırdan öte senden öte yabancıysa. Böyle boş bakmazdım ben. Ya kaybolan ışıltıların yerine gelmiş dipsiz bir kuyu daldı mı içine çıkılmayan. Yalancı bu Aynalar, sırsız, sensiz bu gördüğüm suret manasız, anlamsız. Ya öylece kıvrılan acıyla gülümseme değil donuş, dudaklarımdan kıvrılan acıyan sessiz kalış. Bu sen miydin ben mi? Söyleyin yalancı,sırsız,sessiz  camsız cansız aynalar..

Aşk Şarkısı

Ellerini ver öpeceğim. 

Binlerce el içindeyim

Şu beyaz çizgilerden gideceğim.

Ellerini ver, ver ellerini..

seni öldüreceğim.

Gözlerinden gireceğim,

İçinde yer edeceğim..

Sana oradan sesleneceğim;

Ellerini ver,ver ellerini..

Seni öldüreceğim.

*Özdemir Asaf


Ellerinin sıcaklığıyla irkildi. Nasıl olurdu bu? Bileğini tuttu, nabzının attığını hissetti. İnanamadı, Olamazdı, telaşla çantasını açtı. Dali sırıtıyordu aynanın diğer tarafından ağzına yaklaştırdı. Nefessiz kalmıştı, kalbî çıkacak gibi atıyordu. Bunların hepsi bir rüya olmalıydı. Yaşayacaktı, evet yaşayacaktı. Başka türlüsü olamazdı. Aynayı çevirdi soluğunu bıraktı. Tekrar uzandı kalbinin üstüne koydu ellerini bir iki üç nefes. Bir iki üç nefes. Elleri sıcaktı, nabız vardı. Bir iki üç nefes, soluk vardı olmalıydı, olacaktı. Kalbinin atışlarını ayarladı. Aynaya uzandı, dudakları sıcaktı. Bir iki üç ayna nefesle aydınlanacaktı. Bir iki üç aynayı çevirdi sıcaktı. Evet elleri sıcaktı, nabız vardı, ayna sıcaktı yaşayacaktı.

Nurten Yurt