Images

Öykünüz Koşuyor mu? Dans mı Ediyor?



 Ursula K. Le Guin'in anlatısıyla Öykü nedir?

 
Öyküyü öykü yapan…

Sizin “bundan sonra ne olacağını bilmek” istemenizdir –öykünün bu kadarcık bir parçası, sizi bir sonrakine götürür.

Koşmak gibi; sol ayağı sağ ayağın önüne koymak zorundasınızdır -çünkü o sırada yere değen sağ ayağın üzerinde dengeli değilsinizdir ama koşu sırasında öne doğru eğiliyorsunuzdur- sonra da sağ ayağı sol ayağın önüne koymak zorundasınızdır, çünkü, den den… Bu “tutamam kendimi” türü bir öyküdür; hızlı, şüphe uyandıran. Pek manzara görmezsiniz koşarken, pek bir şey öğrenmezsiniz de. Koşmak için koşarsınız, haz ve heyecan için.

Bir de yürümek gibi olan öykü vardır, düzenli; kendinizi yürüyüşün akışına kaptırır, çevrenizdeki her şeyi, daha önce hiç görmediğiniz bir manzarayı görürken yol alırsınız. Ve yürüyüş daha önce hiç olmadığınız bir yere çıkabilir.

Sonra bir de dans etmek gibi olan öykü var; bir sonraki hareketin sonuncusunun içinden büyümeyi sürdürdüğü; ama öyle dümdüz değil, yönü sadece dosdoğru ileriye olmayan, daireler, aldatıcı hareketler, tekrarlar, bütün o tuhaf jestleri içeren. Ve bu dans dürüst bir danssa bütün hareketler birbiriyle bağlantılıdır; her biri bir öncekini izler, öngörülemez, ama kaçınılmaz bir şekilde.

Ben bedensel benzetmeler kullanırım, mekanik benzetmeler değil. Yürümek, koşmak, dans etmek gibi; hızlı ya da yavaş araba kullanmak veya uçakta uçmak değil. Çünkü sanat ritimlere dayanır, yazarlar da bedensel ritimler kullanır. Bir arabadaki ya da telefondaki gibi mekanik ritimler, ritmik olmayan hareket, sinema gibi mekanik sanatlarda başarıyla kullanılabilir. Ama yazmak, mecrası ne olursa olsun, sözcüklerden oluşur; sözcüklerse bedenseldir, bedenden ve nefesten oluşur, beden tarafından alımlanır, bedenle hissedilir; sözcüklerin ritimleri bedensel ritimlerdir.

“Bir öykünün, başı, ortası, sonu vardır”: Bu Aristotales’ten gelir, Avrupa anlatı geleneğinin birçok büyük öyküsünü mükemmel bir şekilde betimler; ama bütün öyküleri değil. Bir bonfile tarifidir, ama içli köfte* tarifi değil. Bu üçe bölme Avrupa’ya özgüdür, hatta sona –öykünün nereye gittiğine, nereye vardığınıza- özel vurgu da Avrupa’ya özgüdür

Zaman içinde bir süreci ve ilerlemeyi ima eder: Başla, ilerle, bitir. Benim öyküdeki koşmak, yürümek, dans etmek ritimlerine dair söylediklerim de bir zaman kesitini ima ediyor. Ama, bir öykünün yapısına baktığımızda, ya dili sağlayan şey uzamsa? Bir çanta ya da çömlek olarak öykü. Ya da bir ev olarak öykü.

Bir ev temelde içeriden oluşur; ev böyle bir şeydir, dışarıdan içine gelinecek bir şey. Bir ön kapısı, girişi vardır. İçerisi, içinde birçok şeyin olabileceği bir odadan ya da farklı farklı odalardan oluşur; belki de salonlar, merdivenler, gömme dolaplar, mobilyalardan. Muhtemelen dışarıyı görebileceğiniz pencerelerden. Bir de genellikle bir arka kapıdan.

Girişin çekici, ön kapının davetkar, içerde olanların gözünüze ilişeceği şekilde açık olmasını istersiniz. Bir kez okurunuzu efsunlayıp içeri çekince, onu evin içinde belli bir yol boyunca ve arka kapıdaki olaylarla yönlendirebilirsiniz. Ya da sadece odaları, salonları, merdivenleri, olayları verip kendi yolunu bulmaya –bir süre orada yaşamaya- bırakabilirsiniz. Veya onu gülümsetip tavan arasına yönlendirebilir, sarı kağıdı gösterebilir ve içeriye kilitleyebilirsiniz de. Ya da ona pencerelerden daha önce hayal edilmemiş manzaralar gösterebilir, büyülü pencere kanatlarını perişanlık içindeki hayali ülkenin tehlikeli denizlerinin köpüklerine açabilirsiniz. Ki, böylece okurunuz evden hiç ayrılmak istemez, ancak arka kapıdan dışarı atılmalı –ya da kendisine hemen komşunun kapısında bir devam bölümünün olduğu gösterilmelidir.

Arka kapıya gelince… Bazen evdeki önemli şey odur: Arka kapının neye açıldığı. Belki de arkada hiç merdiven yoktur; ayyyyyy, güm. Ama bazen çıkış yalnızca okur yaşamını orada sürdüremeyeceği için vardır; dolayısıyla dışarı çıkmasına izin vermeniz gerekir. Ama asıl önemli olan evdir; evde ne olduğudur. Son, bir doruğa ulaşma, bir ifşa, vahiy, bir nihai çözüm ya da Aristotalesçil bir son olabilir. Ya da yalnızca bu öykünün olmasının bittiği yerdir. Eğer ev sağlam yapılmışsa ve içeride olup bitenler anlamlıysa, eğer evin kendisi anımsamaya değer bir yaşanmışlıksa, arka kapı evin diğer bölümlerinden daha önemli değildir artık

Ursula K. Le Guin

Kaynak: bianet
Images

Boş Sayfa






Öylece duruyordu karşımda ve ben onu bir türlü dolduramıyordum. Ne yazarsam yazayım bir
başkasının farklı algısıyla bambaşka bir şeye dönüşecek bir öykü yazmak beni korkutuyordu.

Yeterince imla, sözcük, anlam içeriğine sahiptim.

Üstüne üstlük delice bir tutkuyla kurslara gitmiş, bir dünya yazarın yazdıklarını okumuş, çat pat bir şeyler yazmıştım. Her defasında yazdığımdan kendine göre anlamlar çıkaran okurlara çıldırıyordum. " Öykünü kendin için yaz,bırak boş sayfadan akan sözcükler, anlatı okurun okuduğu ve kendine göre anlamıyla kalsın."

Boş sayfanın korkusunu yaşama yeter ki. Sözcükler başladığında ardı gelir ve mutlak o sayfada bir anlatı vardır. Doluluktan korkma, sen boş olandan kork derdi hocam. Yaza, sile, eksilte çoğalta sayfadaki karakterler seslenir. Yer mahal belirlenir, sözcükler kelime olur seslenir. Tipler bir şekilde tipitipleşir. Olay çıkar meydana sen yaz yaza yaza oluşur hikaye ve mutlak bir şeyler anlatır. Okuru düşünme ve kim ne derse desin sen yine de yaz.

Korkunu yen ve atıl o boşluğa ve başla anlatmaya inan ki başladığında girdiğin o sözcükler sana karakteri olayı ve öyküyü anlatacaktır.

Yüzleşme dedi, karakterin yüzleşemediği o boşlukta saklıydı. Yüzleşmekten korktuğu için o boş sayfada kalmayı seçtiği olay radyo da bir öyküyü dinlerken yarısında fırlayan ve mutfaktaki tezgahtan döndüğünde yaşadığı farkındalık neydi?

Bunu bilemedim, yazarsa öğrenebilirim. Gerçek ya da kurgu bilebilirmiyim? Hayır ben sadece onun yüzleştiği gerçeğin farklı bir anlatısını kendi algımla okur değerlendiririm.

Korkularımı bir tarafa bıraktım ve girdim boşluğa bir şeyler yazdım anlattım. Sadece bir öğrencimin anlatısından yola çıkarak yüzleştim onun adına. Okur mu ? O ne anlarsa..




Nurten Yurt
Images

Ruhumun Kapsülü

                           

Enterik Kaplı Mikropellet Kapsül yazıyor kutunun üstünde. Her sabah bir tane yutuyorum, midemi koruyormuş. Hıh yıllardır koruyor, bir türlü tamamen geçmedi illet gastrit.

Asıl ruhumu korumam lazım şu aralar, koruyamıyorum. Bir haller oluyor anlayamıyorum. Sürekli doğudan esen Karayelin etkisiyle sesler duyuyorum. Susmuyorlar, susturamıyorum.Bir şeyler yapıyorum durmamacasına,  kendimi durduramıyorum.
 Neler oluyor?
 Belleğimin bir oyunu mu bu sürekli ters tarafa sarıyor, benim olmayan halüsülasyonlarda kayboluyorum. Doktor ilaç veriyor, aldım mı iyice deliriyorum. Abajurla aynı hizada duruyor, hiç bir şey yapamıyorum.

İçimdeki sesleri yazıyorum bazen, okuyunca şaşırıyorum. Hangi ara kaçmış içime bu ifritler? Konuşturuyorum, pek bir sivri dili, acısı katmer zift gibi yapışmış içime, kalemin sivri yanıyla kazıyor, kazıyorum. İrin gibi akıyor sözcükler, kara kapkara kanıyor satırlara. Durmadan yazıyorum, taki o saf temiz kırmızı ya ulaşınca işte o zaman anlıyorum. Anladığımı sanıyorum belki de.
Images

Huzur

           

Bir tatlı huzur almaya gittim. Bakırköy Sanatçılar Derneğinde toplanan kitap klubüne. Tanpınar'ın Huzur adlı romanını okuyan hanımlar kitabı okumuşlar paylaşıyorlardı. Okuma gruplarının çoğalıp artmasına çok mutlu oldum.

Romanın karakterlerinden, Tanpınar'ın neslimizce geç keşfedilen yazar olmasına pek çok şey paylaşıldı. Katılımcıların çoğu nesil olarak tanımadığımız Türk yazarlarının ülkemizde neden tanınmadığını sorguladı. Okumayan, okuduğunun farkına varmayan, sözlü kültüre dayanan bir toplum olduğumuza kadar gitti söyleşi. Yazarın kullandığı anlatı biçimine rağmen, okuru içine çekmesi ve sürükleyiciliğini irdeledik. Bir İstanbul romanı olarak Huzur'un, görselliği şehrin mekanlarında nasıl kullandığına değindik. Yazarın kendi biyografisine en yakın romanı olarak bilinen kitabı atfettiği Dr.Tarık Temel'i ve yazının şifasını konuştuk.

Mekan'da bizi karşılayan Üstün Asutay'ın " ufak bir çocuktum o zamanlar, ilkokulda bir çocuk tiyatrosu seyretmeye geldim. Münir Özkul oynuyordu sahnede, içime bir şey kaçtı. Yıllardır onun ekmeğini yedim, burdayım" sözleri içime işledi.

Derneğin kurucularından olan Cem Karaca ile bir gece yarısı karşılaştığım büfedeki sohbeti, onun ve diğer sanatçıların çabalarıyla kurulmuş bir dernekte yapılan çalışmaları, kursları görmek mekanların ve insanların başarılarına tanık olmak güzeldi.
    

Derneğin Cafesi ve sahnesi bina dışında konumlanmış haliyle okuduğum ilkokulun Tiyatro Salonunu hatırlattı. Tavanındaki kuşlar görülmeye değer. Bakırköy ve çevresinde gidebileceğiniz sanatı ve ruhunu hissedebileceginiz mekanlardan.

Bu güzel günü yaşatan Kitap Klübündeki arkadaşlara sevgilerle.

Nurten Yurt



Images

Gölge



Bütün sayfaların sözcükleri dökülmüştü. Boş boş ona bakıyorlardı. Boşluğun içindeki anlamsızlığı onun doldurması gerekiyordu. Uzun uzun baktı, dolduramıyordu. Ne zaman boşalmıştı bu kadar? Bir türlü kurgulayamıyordu hayatını. Kurguladıklarından duyduğu memnuniyetsizlik, içini de boşaltmıştı.

Boş sayfaların boşluğunda kaybolup gitmişti. Dolu sayfalarını yokladığında hiç bir şey ifade etmiyordu. Bu boşluğa hangi doluluktan çıkmıştı, onu bile hatırlamıyordu. O kadar aptallık kurgulamıştı ki artık kurgulamaktan yorgundu. O boşluk önünde öylece uzanıyordu. bir türlü uzanıp boşluğu doldurmak içinden gelmiyordu.

İnsanların içine girdiğinde duyduğu yalnızlık onu büsbütün yok ediyordu. Yoktu ya zaten uzun süredir biliyordu. Şimdi durup dururken nereden çıkmıştı, bu kendini arayış. Bir başkasında kaybolup gitmişdi. O sayfaların karakterlerinde, satırların arasında, sözcüklerin peşinde, kurulan cümlenin noktasında yitmişti. Ne istiyordu? Bir ses, bir nefes, sesli bir sözcük, sıcak bir dokunuş.

Fazlası vardı istediğinde de ona ulaşmıyordu. Hissedemiyordu.

Yitip gitmişti, yiten zaman içinde.
 Gökyüzüne baktı, bulutlara, bulutların ardından sızan güneşe, döndü yerde uzanan gölgesine. O dönünce gölge döndü kayboldu. 

Nurten Yurt 
Images

Kayboldum Sanal Zaman İçinde


Hayatımın romanı olurmuydu bilmiyorum. Bir kaç betseller çıkardı herhalde ama ben hayatımı boşverip kurgu yazmaya karar vermiştim. Ne zamandı tam olarak hatırlamıyorum, buradan geçmişe bakınca baya kurgulamışım doğrusu. Kurmacanın kurgusunu yaparken farkettim bunu. Kurgu dediğimiz şeye kapılıp gittiğimizde inanılmaz bir yere çıkarıverir sizi.
  İçi, dışı bırakın yekpareliği olmayan bir zaman diliminde parça pinçik bir yerdeydim. İşte herşey o zaman başladı. Zaten şu zaman denen şey artık bu kadar hızlanmışken, başım döndü, midem bulandı, akıl denen şey hiç kalmadı. 
Bu tuhaf ülkede çok uzun süre önce kaybetmişim de farkında değilmişim. Ben kayboldum evet, o önümde uzayan boşlukta kayboldum
 Uzunca bir süreden beri kendimi arıyorum. Bir kaç yardım alayım dedim. Psikolog, Terapist, Enerjiler, Koçlar, Kendin Olmak, derken bambaşka biri oldum.
 Zaten iç sesim tutturmuştu bu romanı ruh gibi yazmalısın diye.  Ruh oldum ve geri dönemiyorum.
 Her önüme çıkanın ruhu yansıyor ve acaip bir şekilde sürünüyorum. Tuhaflığın bu kadarı olmaz demeyin. Yazıcam deyip kurgulayıp sayfaların arasına bıraktığım ne varsa yaşatıyor hayat bana. Bütün suçlu şu sanal ekran dedikleri vızırtı. İki yıl önce önünde fazla zaman geçirdiğim için mi desem, yok sa Bibliyomanlığımın ekrana vuruşumu bilemedim.
 Kendimi kaybettiğim sayfalar arasında arıyorum. Bulduğum her sözcüğü bir güzel yıkayıp, çamaşır ipine asıyorum. Süzülen mürekkep adacıkları arasından yansıyanların falına bakıyorum. Böyle bir illet işte.
 Duygulevski denen zebellah rüyalarıma girdiğinden geceleri değil gündüzleri uyuyorum. 
  Kurgulamaktan vazgeçtim, kurgu benden vazgeçmiyor dibe vurup çıkarıyor ne varsa,yosunlu yalılar arasında anasının kuzusu olup küfe taşıtıyor.
          

Zamanın rüzgarında bir savruluyorum, tutunamıyorum, sayfalar hamur oluveriyor avuçlarımda yapış, yapış bıçakla temizlemeye kalkıyor kan revan içinde bırakıyorum kendimi. 
 Pamuklarla sileyim dedim iyi halt yedim. Pamuklar çeltik oldu, midemde yutkunamıyorum. Bırakın yutkunmayı kusamıyorum.
 Kalemi sokuyorum boğazıma, mürekkeple karışık kan ve deniz ne ararsanız var. Kokusuna dayanamıyorum. Burnuma oyun hamuru sokup alçılattım sonunda. İstemem eksik olsun diye avaz avaz bağırıyorum önüme çıkana. Onlarda beni istemiyorlar zaten, kayboldum kaybolan zamanın satırları arasında.
 
Bu boşluktaki kelimelerden beni hatırlayan varsa lütfen beni bir şekilde geri çağırsın. Artık tütsümü yakarsınız, fincan mı kullanırsınız. Sözcük avına çıkıp anlam mı ararsınız bilmiyorum. Ey okur bunu okuyorsan ve benim kim olduğumu biraz olsun hatırlıyorsan beni çağır.
 Çağır ki geri döneyim. Yoksa bu boşlukta gittikçe kayboluyorum. 


Nurten Yurt 

Images

Gözden Giren Elden Çıkar


                                                                                                                    
Yaşadığımız yüzyılın aşina olduğufotoğraflar vardır. Bakarken ruhumun ezilip yok olduğunu hissederim. Ölümün, acının çocuk bedenleri üzerinde duruşu ve yansıyışının insanlara yaşadığı dünya üzerindeki gerçekleri hatırlatır. Bunca acı ve ölüme rağmen yaşama sığınmak için sığınırım o hayal dünyasına. Yaratma ve üretme, ölümün yanına yaşamı katma, umudu her daim ayakta tutma. 

 Aylan Kurdinin sahile vuran bedeninin fotoğrafı, sanatsal bir değerin yanında insanlığın vicdanını sorgulamasına neden oldu. Ölüm ve Masumiyet bir karede bu kadar güzel görünürdü.

Bir anne olarak o çocukları o korkunç karelerden söküp masumiyetlerini yaşamalarını isterdim. Yaşayamadıkları çocukluklarına masum hikayeler uydurur, yüzlerine yansıyan korkunun kaç okşayış, ne kadar şefkatle unutturulabileceğini düşlerdim.
  



Bu görüntüleri farklı düşleyen ve yansıtan Azerbaycanlı ressam ve Karikatürist Gündüz Aghayevin çalışmalarını görünce aklıma Aşık Paşanın sözü geldi" Gözden Giren Elden Çıkar" algılarımıza takılıp kalan öyle çok görüntü var ki. Bunları sağaltmanın ruhumuzu hafifletmenin yolu üretmek, üretirken yaratmak. Aghayevin çalışmalarından yansıyan, içimize dokunur yanı gerçek ve hayal.

Sanata ve umuda her daim sarılmak.

Nurten Yurt