Yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Images

Hatırlayamadıklarımı hatırlıyorum

 


  Hatırlamıyorum zamanı, akasya kokularını senin anlattıklarını. Hatırlamıyorum ben öyle bir beni, o anlattığın senin belleğindeki ben. Hatırlamıyorum söylediklerini, yaşadıklarımı bu anlattıkların çok uzak. Hatırlamıyorum sendeki beni, hatırlayamıyorum kahroluyorum. Hatırlatmak mı istiyorsun, hatırlayamadığım zamanın içindeki hatıralardaki beni unuttuğum benliğimi yaşatmak mı bilemiyorum. Hatırlayamadığım yüzlerce anın içinden birini yakalamak için, binlerce an bırakarak yaşamak istiyorum. 

 Hatırlayamıyorum acılarımı, sevinçlerimi, sararmış sayfaların un ufak olup elimde kalmasından korkuyorum. Hatırlayamıyorum sensizliğin nasıl bir şey olduğunu, hatırladığımda duyacağım acının ağırlığına yanıyorum. Hatırlayamıyorum sözcüklerimi, sesimi, gülüşümü öyle bir kopmuşum ki düşünceme dalamıyorum. Hatırlamıyorum hatırlatmana dayanamıyorum. Hatırlayamadığıma mı yanayım, hatırlatanın hatırasına duyduğu bağlılığa mı anlayamıyorum.


Hatırlıyorum yemyeşil çayırları, havaya karışan rayihayı, güneşin parlaklığını. Hatırlıyorum rüzgarın yüzüme vuruşunu, deli gibi koşuşumu, şen şarkıları. Hatırlıyorum sahilleri, yakamozu, yıldızları, maksimden taşan nameleri. Hatırlıyorum dalgaların kıyıya vuran sesini, nefesini ürperişimi.

 Hatırlıyorum üşüyen ellerimi, kızaran burnumu, buğu yapan camları, salebin sıcaklığından yapışan tarçının tadını. Hatırlıyorum o ifadeni, kırılan çocuksu gururunu, inadını kızarmış suratını olmuyor yapamıyorum. Hatırlıyorum, şefkatini, kucaklamanı omuzlarında ki güvenimi. Hatırlıyorum sırtımı yasladığım koca çınarımı babamı. Hatırlıyorum sert nasırlı ellerin bana verdiği sıcaklığını yanıyorum.    
Hatırlıyorum kokunu, akan gözyaşının ellerimi yakışını. Hatırlıyorum en acılı anlarımda tuhaf bir şekilde yanımda oluşunu. Hatırlıyorum hatıraların acısını, şefkatini kaybedişimi gidişini. Hatırlıyorum senden sonraki boşluğu, içimde bir yerlerdeki seni. Hatırlıyorum benden gidemeyişini bendeki seni terkedemiyeceğimi. Hatırlıyorum hatırlamanın verdiği tüm acının nefesimle iyileşeceğini. Hatırlıyorum nefesim bittiğinde seninle birleşeceğimi. 





Nurten Yurt





Images

Öykünüz Koşuyor mu? Dans mı Ediyor?



 Ursula K. Le Guin'in anlatısıyla Öykü nedir?

 
Öyküyü öykü yapan…

Sizin “bundan sonra ne olacağını bilmek” istemenizdir –öykünün bu kadarcık bir parçası, sizi bir sonrakine götürür.

Koşmak gibi; sol ayağı sağ ayağın önüne koymak zorundasınızdır -çünkü o sırada yere değen sağ ayağın üzerinde dengeli değilsinizdir ama koşu sırasında öne doğru eğiliyorsunuzdur- sonra da sağ ayağı sol ayağın önüne koymak zorundasınızdır, çünkü, den den… Bu “tutamam kendimi” türü bir öyküdür; hızlı, şüphe uyandıran. Pek manzara görmezsiniz koşarken, pek bir şey öğrenmezsiniz de. Koşmak için koşarsınız, haz ve heyecan için.

Bir de yürümek gibi olan öykü vardır, düzenli; kendinizi yürüyüşün akışına kaptırır, çevrenizdeki her şeyi, daha önce hiç görmediğiniz bir manzarayı görürken yol alırsınız. Ve yürüyüş daha önce hiç olmadığınız bir yere çıkabilir.

Sonra bir de dans etmek gibi olan öykü var; bir sonraki hareketin sonuncusunun içinden büyümeyi sürdürdüğü; ama öyle dümdüz değil, yönü sadece dosdoğru ileriye olmayan, daireler, aldatıcı hareketler, tekrarlar, bütün o tuhaf jestleri içeren. Ve bu dans dürüst bir danssa bütün hareketler birbiriyle bağlantılıdır; her biri bir öncekini izler, öngörülemez, ama kaçınılmaz bir şekilde.

Ben bedensel benzetmeler kullanırım, mekanik benzetmeler değil. Yürümek, koşmak, dans etmek gibi; hızlı ya da yavaş araba kullanmak veya uçakta uçmak değil. Çünkü sanat ritimlere dayanır, yazarlar da bedensel ritimler kullanır. Bir arabadaki ya da telefondaki gibi mekanik ritimler, ritmik olmayan hareket, sinema gibi mekanik sanatlarda başarıyla kullanılabilir. Ama yazmak, mecrası ne olursa olsun, sözcüklerden oluşur; sözcüklerse bedenseldir, bedenden ve nefesten oluşur, beden tarafından alımlanır, bedenle hissedilir; sözcüklerin ritimleri bedensel ritimlerdir.

“Bir öykünün, başı, ortası, sonu vardır”: Bu Aristotales’ten gelir, Avrupa anlatı geleneğinin birçok büyük öyküsünü mükemmel bir şekilde betimler; ama bütün öyküleri değil. Bir bonfile tarifidir, ama içli köfte* tarifi değil. Bu üçe bölme Avrupa’ya özgüdür, hatta sona –öykünün nereye gittiğine, nereye vardığınıza- özel vurgu da Avrupa’ya özgüdür

Zaman içinde bir süreci ve ilerlemeyi ima eder: Başla, ilerle, bitir. Benim öyküdeki koşmak, yürümek, dans etmek ritimlerine dair söylediklerim de bir zaman kesitini ima ediyor. Ama, bir öykünün yapısına baktığımızda, ya dili sağlayan şey uzamsa? Bir çanta ya da çömlek olarak öykü. Ya da bir ev olarak öykü.

Bir ev temelde içeriden oluşur; ev böyle bir şeydir, dışarıdan içine gelinecek bir şey. Bir ön kapısı, girişi vardır. İçerisi, içinde birçok şeyin olabileceği bir odadan ya da farklı farklı odalardan oluşur; belki de salonlar, merdivenler, gömme dolaplar, mobilyalardan. Muhtemelen dışarıyı görebileceğiniz pencerelerden. Bir de genellikle bir arka kapıdan.

Girişin çekici, ön kapının davetkar, içerde olanların gözünüze ilişeceği şekilde açık olmasını istersiniz. Bir kez okurunuzu efsunlayıp içeri çekince, onu evin içinde belli bir yol boyunca ve arka kapıdaki olaylarla yönlendirebilirsiniz. Ya da sadece odaları, salonları, merdivenleri, olayları verip kendi yolunu bulmaya –bir süre orada yaşamaya- bırakabilirsiniz. Veya onu gülümsetip tavan arasına yönlendirebilir, sarı kağıdı gösterebilir ve içeriye kilitleyebilirsiniz de. Ya da ona pencerelerden daha önce hayal edilmemiş manzaralar gösterebilir, büyülü pencere kanatlarını perişanlık içindeki hayali ülkenin tehlikeli denizlerinin köpüklerine açabilirsiniz. Ki, böylece okurunuz evden hiç ayrılmak istemez, ancak arka kapıdan dışarı atılmalı –ya da kendisine hemen komşunun kapısında bir devam bölümünün olduğu gösterilmelidir.

Arka kapıya gelince… Bazen evdeki önemli şey odur: Arka kapının neye açıldığı. Belki de arkada hiç merdiven yoktur; ayyyyyy, güm. Ama bazen çıkış yalnızca okur yaşamını orada sürdüremeyeceği için vardır; dolayısıyla dışarı çıkmasına izin vermeniz gerekir. Ama asıl önemli olan evdir; evde ne olduğudur. Son, bir doruğa ulaşma, bir ifşa, vahiy, bir nihai çözüm ya da Aristotalesçil bir son olabilir. Ya da yalnızca bu öykünün olmasının bittiği yerdir. Eğer ev sağlam yapılmışsa ve içeride olup bitenler anlamlıysa, eğer evin kendisi anımsamaya değer bir yaşanmışlıksa, arka kapı evin diğer bölümlerinden daha önemli değildir artık

Ursula K. Le Guin

Kaynak: bianet
Images

Okumalar Okuması

                               
 Bir sayfa üzerindeki kelimeler dünyayı bir arada tutar. Alberto Manguel'in bu sözünü çok severim.  Yıllardır katıldığım okuma gruplarında okur tiplerini gözlemledim çoğu zaman. Aynı kitabın içinde yol almış birbirinden çok farklı meslek ve yaşlardaki zihinlerin bir araya geldiğinde ortak oluşturdukları paylaşımlarda çıkanlara çok yakın.
  Grupta bir araya gelen kişilerin aynı kitaptan farklı yorumlar çıkarmaları, anlamların kişiden kişiye ne kadar değiştiği ve özelleştiğinide  gözlemledim.  Anlaşılamayan, beğenilmeyen, okunamayan kitaplar tamamen okuma alışkanlıkları ve kendine özgü okur bulamamalarından kaynaklanır. Her kitabın bir okuru vardır. Okurluğun zevki kişiye aittir.
  Manguel'in bu kitabı sekiz bölümden oluşuyor. Otuzdokuz denemesinde karşılaştırmalı okuma yapmayan okura ve, metinlerarasılık sorunlarına kendince cevapları var.  Aynanın içindenle diğer metinlere yansıyan yansımaların zevkli bir bileşimi.


  Manguel'in Okumalar Okuması adlı kitabında yer alan bir bölümden ideal okur üzerine yazılmış sözcükler aşağıda.

 “Üç tür okur vardır: Bir, yargılamaksızın keyfini çıkaran bir üçüncüsü, keyfini çıkarmadan yargılayan; ortadaki bir başkası, keyif alırken yargılayan ve yargılarken keyif alan. Sonuncu sınıf, hakikaten bir sanat eserini yeniden üretir; üyeleri fazla değildir.” Goethe, Johann Friedrich Rochlitz’e yazdığı bir mektuptan.
Werther’i okuduktan sonra intihar eden okurlar, ideal değil sadece duygusal okurlardı.
İdeal okurlar ender olarak duygusal olur.              

İdeal okur, kelimeler sayfanın üstünde bir araya gelmeden hemen önceki yazardır.
İdeal okur yaratma ânından önceki anda varolur.
ideal okurlar bir hikâyeyi yeniden kurmaz; yeniden yaratır.
İdeal okurlar bir hikâyeyi izlemez: Ona katılır.              
İdeal okur nasıl dinleneceğini öğrenmelidir.
İdeal okur çevirmendir, metni teşrih edebilir, derisini soyabilir, iliğine kadar dilimler, her arter ve damarı izler ve sonra da tamamen yeni, duyarlı bir varlığı ayakları üstüne kaldırır. İdeal okur tahnitçi değildir.
İdeal okur için bütün araçlar aşinadır.
İdeal okur için bütün şakalar yenidir.
“İnsan iyi okumak için mucit olmalı.” Ralph Waldo Emerson.
İdeal okurun unutma konusunda sınırsız bir kapasitesi vardır ve hafızasından Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın tek ve aynı kişi olduğunu, Julien Sorel’in kafasının kesileceğini, Roger Ackroyd’un katilinin adının Falanca olduğunu silebilir.
İdeal okur, Bret Easton Ellis’in yazdıklarıyla ilgilenmez.
İdeal okur, yazarın sadece sezdiğini bilir.
İdeal okur metni altüst eder. İdeal okur yazarın söylediğini olduğu gibi kabul etmez.
İdeal okur, biriktiren bir okurdur: Bir kitabın her okunuşu anlatının anısına yeni bir katman ekler.
Her ideal okur çağrışımsal bir okurdur ve sanki bütün kitaplar yaşı olmayan, velut bir yazarın kitabıymış gibi okur onları.
Images

Kurban- Bayram- An

                                 

Yazşıyorum dedim ya. Yazamadan yaşar oldum. An da yaşanıyor her şey. Kendinlik dediğim o huzura kaçtığımda olup bitiyor işte. Kalemi kağıdı alıp, betimlemeye girmeye kalmıyor. Sonrası sözcük ayıklayıp okura kahramanı tanıtmak falan öyle gereksiz ki yaşanıyor.

Kendime kaçmıştım yine kurban bayramı 2.gün doğayla başbaşa derken karşı masada bir kız çocuğu ve genç bir baba. Çalan telefon zili, ilgi isteyen kız çocuğunun "baba" serzenişleri. Çalan telefon; "Allah rahmet eylesin abicim, bu mesleği seçiyorsan sonucu bu. Benim arkadaşlarım orada çarpışanlar, ben burada duramıyorum, çarşamba Ankaraya geçiyorum. Ne yapıp edip gideceğim, dönmem gerek içim almıyor, onlar orada şehit olurken ben burada kahroluyorum."
Sözcükler ağır yakışmıyor ortama, başımı çeviriyorum doğaya, yan taraftaki dikenli tellerin ardı orman. Ormanın içinde cip dolusu asker geçiyor. Gözlerim ağırlaşıyor, başımı kaldırıyorum gökyüzüne maviliklere.

" Baba baksana bana saklambaç oynayacaktık hani", " tamam canım bi dakka" " Bu günümü kızıma ayırdım abi, onunla olacağım gün boyu, akışına ne yaşayacaksak. tamam abi ben ismini yazdım arayacağım bildireceğim size, kaç gündür haber alamadım diyorsun, devrelerim var sorduracağım"

Önümde sayfa duruyor kalem yazamıyorum. Boş boş bakıyorum sayfaya sözcükler sıralanmıyor bir türlü satırlara avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum.

Gölgeler düşüyor günün üstüne saklambaç oynuyor baba kız. Ona kadar sayıyor çaresiz, şaşkın saklanan kızını arıyor. Kız koşup sobeliyor. Telefon sesi bölüyor oyunu.
 "Evet abicim, kim dedin tamam, yazıyorum adını soracağım haber alınca ararım"

"Baba, hadi ama"
 "Tamam kızım geliyorum"

Şaşkın çaresiz gözlerle göz göze geliyorum. Çantamı karıştırıyorum, bir ayna buluyorum, bir kaç renkli fasulye, ufak bir defter, bir kalem defterin içinden ufak çıkartmalar çıkıyor, çıkarıp veriyorum. Baba mahzun gözlerle
, "Dağdaki birliklerle uğraşmak daha kolay bazen o kadar çaresiz kalıyorum ki"
 "severmisin bunları ne dersin?"  Babasına bakıyor onay bekliyor. Teşekkür ediyorlar,
 "Oyalanır belki şu güneş çekilinceye kadar oynasa"

Masaya dönüyorum. Sayfaları çevirmek gelmiyor içimden, sözcükler ağır çok ağır soluyorum. Yüreğim ağrıyor, ormana dönüyorum, orman yeşil değil alev alev. Orman yanıyor, duman kaplamış her yanı güneşe dönüyorum. Koyu, dolu, dolu bulutlar yağmur, diyorum, yağmur !

Çakan şimşekler aydınlatıyor ortalığı, sayfalara dönüyorum. Sayfalar ıslak, sayfalar çamur, is ve yağmur.

Nurten Yurt