Images

ŞİİRDEN DİYALOGLAR


  HAYAL ŞEHİR


Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir'den bak! 
Bir zaman kendini karşındaki rü'yâya bırak! Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan; Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan; O ilâh isteyip eğlence hayalhânesine, Çevirir camları birden peri kâşânesine. Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka. Mestolup içtiği altın şarabın zevkinden, Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen, Nice yüz bin senedir şarkın ışık mîmarı Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar'ı. O ilâhın bütün ilhâmı fakat ânîdir; Bu ateşten yaratılmış yapılar fânîdir; Kaybolur hepsi de bir anda kararmakla batı. Az sürer gerçi fakîr Üsküdar'ın saltanatı; Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına; Serviler şehri dalar kendi iç aydınlığına, Ezelî mağrifetin böyle bir iklîminde Altının göz boyamaz kalpı kadar hâlisi de. Halkının hilkati her semtini bir cennet eden Karşı sâhilde, karanlıkta kalan her tepeden, Gece, birçok fıkarâ evlerinin lâmbaları En sahîh aynadan aksettiriyor Üsküdar'ı
Yahya Kemal Beyatlı 

 Hayal Şehir 
  Meftune hanımın telaşlı sesi sokağı doldurdu. 
-Yetişin komşular! Sarman ciğeri kaptı.  Server bey taşlıktan koştu. Leman kadın 
 cumbadan sarktı.
Hain kedi çoktan sokağın köşesini dönmüştü.
-Eyvahlar olsun! Akşam Mehmet Ali Efendi'ye ne pişir ecem ben?
-Telaş etme komşu buluruz bir çaresini.
-Meftune hanım bi koşu alıp geliyim ciğerciden, 
Lütfüzade sokağının dip köşesin de komşular, kaybolan akşam yemeği karmaşasını
 çözmeye çalışırken sokağın amansız hırsızı sarman, servi ağacını
 kovuğunda ciğeri mideye indirmekle meşguldü. 
- Yoğurtçuuuu!
-Kazım Efendi şu tasa iki okka yoğurt koyuver. Sepetin içinde
parası aman dikkat et dökülmesin. 
- Kazım usta bana bir tepsi ayır. Akşam dünürler gelecek anca yeter.
Geçen sefer biraz ekşi geldi bizim efendiye, tazedir bu inşallah.
- Töbe töbe o da ne demek? Geceden mayalarım benim yoğurdum ekşi olmaz
bilesin hanım. 
- Kahrolası Sarman! Şu kediyi yakalayıp götüremediniz, koskoca mahalle her gün
bir kayıp. 
-Arsız hırsız, geçen karda dayanamayıp aldım sahanlığa. Pirzolaların yarısını
götürmüş ruhum duymadan. O sinirle bulamadım. Bir de baktım mangalın yanına 
kıvrılmış mırılmırıl dayanamadım.Kıyılmaz hayvana.
 Gün servinin ardından devrilirken, Lütfüzade sokağının ihtişamlı köşkünün
cumbasına tırmanan sarman pek bir keyifliydi.

Nurten Yurt
(Pandemide Yazı Çalışmalarından)


Images

Semaver

 

Öykü kitabı, roman gibi soluk soluğa okunmaz. Durakları, esleri vardır öykünün. Tadını iyi bir duyumsamalı ki okur, bir sonrakinin farkına varmalı. Sait Faik’in öyküleri yaşamın, insanın içinden geçer, düşünmediğiniz detayın onun kalemiyle nasıl yüceleştiğini görür, yazmak bu işte dersiniz.

Bir kıyının dört hikâyesiyle devam ediyor kitap. Soğan Kayığı’nda gürbüz bir köylü çocuğunu, Kediler’de adanın kedilerini, Çocuklar’da yeni dostlarını Ve Ölü’de ölümün doğallığını anlatıyor kısaca. Babamın İkinci Evi size ikinciliğin burukluğunu fısıldıyor. İpekli Mendil’de genç bir aşığın sevgilisine fedakârlığı, avucundaki ipeğin yumuşaklığı gibi sarıyor sizi sözcüklerle, su gibi yaşam diyor kayıp gidiveriyor avuçlarımızdan.

   Kıskançlık’ta genç karısının aslında genç çobana yakıştığını itiraf ediyor muallim efendi. Bohça adı gibi düğüm düğüm sözcükler, sahneler iç içe okuyorsunuz sonra duruyor iç çekiyor, hatta isterseniz çok dolduysa yüreğiniz, mendile uzanıveriyor eliniz. 

Orman ve Ev adlı öyküde önce ormanı anlatıyor, Haleplizadelerin ormanını, Dokurcun suyunun bereketi ile büyüyen ağaçların denize benzediğini söylüyor. Ev’de ev bir sofa, beş oda, bir mutfak, bir hamam, bir de arkada iki dönümlük yemiş bahçesinin gölgeliğine asılmış nişastalar, pestiller ve tarhanalar kuruyan bir balkon. Düğün gecesi adlı öyküde, eşinden genç bir güveyin, ilk gecesini anlatıyor sözcükleriyle sırtını yumruklayarak.  Şehri Unutan Adam’da neden unuttuğunu gösteren tipler çıkıyor ortaya. Sait Faik’in öykülerindeki tipler günlük yaşamda karşılaştığımız, ruhumuza sıkıntı, rahatsızlık veren tiplerdir kimi zaman. 
 Yazarın bunları yazarak ruhunu hafiflettiğini de keşfettim zamanla. Üçüncü Mevki adlı öyküyle trende buluveriyorsunuz kendinizi. Vagonun içindekilerin gözlerinde Sapanca gölünü izliyor, Kasımpaşalıyla Kayseri’ye yol alıyorsunuz. Karşınızdaki köylünün uzattığı domatesi paylaşıp, küçük çocuğun saçlarından aldığı masumiyetle uykuya dalıyorsunuz. Garson niçin garson olduğunu fısıldıyor, araya sıkıştırdığı Fransızca sözcüklerle, bir sonraki öyküde.  Bir Takım İnsanları anlatmış, bu öykü ”Hakiki Hayat Sahneleri” adı ile 1940’ta yayınlanmış Yeni Adam isimli dergide. İstanbul’un kışının bazen ne kadar uzun ne kadar bitmez tükenmez bir afet olduğunu söylüyor. Benimle Beraber Seyahatten Dönenler adı altında yayınlanan öyküler, yazarın yurt dışı seyahatlerinde hayat bulan öykülerdir. Sevmek Korkusu, hangi meçhul kadındı Sait Faik’i dağ şehrinden arkasına dönüp bakmadan ayıran diye düşündürüyor. Louvre’dan Çaldığım Heykel adlı öyküde Louvre’u Galatasaray resim sergisini gezer gibi gezdim diyor. Heykeli çalışını öyle güzel betimlemiş ki müzelerden, sergilerden çaldıklarımı hatırlatıyor bana. Robenson’la anlattıkları dünyadaki yerimizi sorgulattırıyor, insanoğlunu, denizi, limanları, benzerliklerini. Kitaptaki en uzun öykü İhtiyar Talebe, Sırp bir gencin savaşta yara alan ruhunu anlatıyor. Bir Vapur son hikâyesi kitabın, Fransa’ya tahsile giden gençleri, gemideki yolcuları, Tadla’nın güvertesinde yıldızların altında, Allah’a güvenerek müsterih bir çocuk uykusuna dalışını. 

Kitapta bulunan İpekli Mendil yazarın henüz lise yıllarında yazdığı bir öyküdür. Öyküler ilk olarak Varlık dergisinde (15 Nisan 1934) yayınlanmıştır.  Öykülerinde konu ve olaydan çok şiire ve etkiye en uygun zaman parçalarının üzerinde durmasını seven, bu dramatik anları incelemekte büyük başarı gösteren Sait Faik bir İstanbul hikâyecisi idi. Kaderlerine eğildiği, düşüren, düşürülmüş insanlarda çok kere kendi sıkıntı ve avareliklerinin dramını yaşadı. Çalışkan, işinde gücünde insanlar gördükçe, şehirden, kalabalıklardan sevinç duydu; kötülüklerle karşılaştıkça kırlara, kıyılara, sakin tenha adalara (Burgaz, Hayırsız Adalar); balıkçılara sığındı. Ada ve deniz öykülerinde kahraman sayısı az ve belli, şehir öykülerinde ise dikkati dağıtacak kadar bol ve çeşitlidir. Sait Faik yığınlar içinde gizli dramları bulup çıkardığı gibi tabiat senfonisini de derinlere işleyen bir ustalıkla yaşatmasını bildi. Kalemini güzelliklerin hakkını aramak, vermek, göstermek uğrunda kullandı. 

Nurten Yurt
Images

KALABALIK DAKİKALAR

  


Kalabalık zamanların harfleriydi onlar. Suskun bir köşeye çekilip oturamazlardı.  Senfoni olmak adına karışıp dururlardı aralarında. Gürültü çıkarmak, ses getirmek isterlerdi. 

Olay yazardı, ünlemler sıraya girerdi Noktalar ardı ardına dizilir, soru işaretleri bir köşede beklerdi. 

Merak galip gelir, kaos ortamında dizilirlerdi. Öfke, kan, şiddet revaçtaydı ya; kimse sayfaya bakmaz okumazdı. 

Şefkat, Sevgi, İlgi özlemle beklenirdi. Ayraçlar açılırdı. Dendenler satır, satır yazılırdı. Sözcüklerin senfonisinde kaybolmak güzeldi.  Kalabalık sözcükler değil, sakin naif imgeler özlenirdi. Dokunduğunda tuşlara bir bir ardı sıra dizilirdi.

.......

Keyfi keder uzanmıştı ya sesi duyar duymaz fırladı. Pencereyi açtı, sokaktaki insan karmaşasına seslendi.

Neler oluyor orda?

Kalabalık bir anda dağıldı. Kimdi bu? Böyle naif bir bağırtı.

Zarifçe uzandı, boynunun çıkıntısını okşayan elin teması içini titretmişti. Gevşedi, teslimiyet bu demekti. Yasak da olsa bıraktı kendini. Bunca zaman duygularına gem vurmak öylesine germiş tiki, kopmak üzereydi. 

Gülümsemesi dudaklarında kalmasın tüm vücuduna yayılsın istiyordu. Gevşedi, bıraktı kendini. Elin boynunun üzerinde gezmesi ilerledi, şahdamarının üstünde durdu. Ateşi, kanın akışını hissetti. Ağırlığı değil çılgınca hafiflikte kelebekleri.

Soramadım? Sana dokunmam bu kadar etkiliyor muydu? Rahatsız etmek istemiyorum, kırılmanı da, yine de sana dokunmadan duramıyorum. Öylesine naif, durusun ki. Bu kadar yakınken uzak olmana dayanamıyorum. Sarılmak ve hiç bırakmamak, beni hissetmeni istiyorum. 

Köşe başı beklemek gibi, akıp gidemeyen yağmur taneleri. Hiç sevmem beklemeyi yordu beni yaşanmayan yaşanmışlıklar. Gidemiyorum da takıldım kaldım. Sözcükleri savurmak adına mıydı, yazılmamışlar. 

Saklı gizli yaşamak istemem. Aleni apaçık olmak en güzeli, sevmenin günahımı olur. Bulutlar her şeyin farkında, sonra deniz, yıldızlarda.  

Yazma halleri bütün bunlar, keyifle akıp gitmiyor sözcükler. Zarifçe kalem, kağıtta güzel, soruyorlar hep bir köşe başında. Gülümseyerek , yumuşakça çiziyorum oluşuyor , bir de bir araya gelip akıverseler...

Nurten Yurt

(Pandemi de Yazı Çalışmaları)

Images

O ZAMANLAR

 
   O zamanlar, sarı saçlı, mavi gözlü devin, yetiştirdiği hayvanlar pek bir özeldi.  Yaşadığı yerden, kullandıkları malzemelerin yaratıcılığına ve yiyecekleri inanılmazdı. Komşularımız inanamaz, bu tuhaflıklara şaşkınlıkla itiraz ederdi. Evin büyük balkonunun altında kümes vardı . Bu kümes hatırladığım kadarıyla eğilerek girilecek bir yükseltide olmasına rağmen, babam toprağı kazıp, mıcır taşlara karıştırması sonucu bir insanın rahatlıkla gezebileceği bir yer olmuştu. İçeriye ışık girmesi için iki pencere açmış, tellerle kaplamıştı. Tavukların tüneklere ulaşması için, Ihlamur ağacı dallarından merdivenler yapmıştı. Akasya ağacından tünek kazıkları ki, hatırlarım bu kazıklardan biri toprağa çakıldığı için köklenmiş ve mevsiminde yapraklanıp çiçek açmıştı. Gelelim tüneklere, eski sandıklardan, sepetlerden, beşiklerden tünekler vardı.
    Bu tüneklerin en ilginci hiç kuşkusuz şimdi markasını hatırlama samda, çocukluğumun saatlerce karşısına geçip arkası yarın adlı piyeslerini merakla beklediğim radyo idi. Ön cephesi hasırdan, yanları parlak ahşap, tuşları ve iki yanda düğmeleri ile bir radyonun içine samanları doldurmuş folluk yapmıştı.
    Babamın tavukları da bir acayipti zaten nasıl olmasın, su içtikleri yalak bozması  yüz yıl öncesi bir saraydan çıkma lavabo idi. Kümesleri bir ev boyunda, güneş alan, tünek kazıkları akasya ağacından, biri canlı ve çiçekler açıyor. Bu tüneklere ıhlamur ağacından yapılmış merdivenlerle ulaşılıyor. Folluklar beşik, sepet ve radyo.  İnanın kırıta kırıta bir kurumla çıkarlardı ki o merdivenleri görseniz altın yumurtlayacak sanırsınız. Gıt gıt gıdak ne o yumurta yapacak. Kümesleri de yetmezdi onlara, merdivenlerden balkona çıkar.  Balkondaki mermer masanın üzerindeki kahvaltıma rahat vermezlerdi. Ben sinirle bir, iki kovalar üçüncüde birini yakalayıp hırsla balkondan aşağı savururdum. Sersemleyen tavuk gün boyunca tavukluğunu unutup hindi modunda gezmeye başlayınca babam telaşlanır. Kargalara kızar, sularını ilaçlar, kümeslerini kireçler. Tabi tüm bu angaryalardan payıma düşeni yaparken daha bir hırslanır, diş bilerdim. Tavuk kendi moduna geçmeyip hindilikte ısrar ederse şansı yoktu. Hemen kesilip bir komşuya ikram edilir, ya da annemin gönlü yumuşatılıp akşam yemeği olarak sofrada arzı endam ederdi.
 O zamanlar Bermuda Şeytan Üçgenini merak ederdim. Birde Kızıl Maskeyi, Mandreke nin nasıl olup aynanın diğer tarafına geçtiğini de. 
 O zamanlar kışın boğazın üstünde bir hafta boyunca duran o siyah bulutu da çok merak etmiştim. Maya ile kaptan körkün mr.spak'la bulutun içinden inip bahçeye ışınlanacağını bile yazmıştım.  Köprünün üstünden gökyüzüne ulaşan rengarenk ışıklar içindeki uzay araçları vardı. Mantar biçiminde ve kırmızı noktaları olurdu.  Yaz gecelerinde parlayan yıldızlarında  isimleri vardı. En parlağı kutup yıldızı değildi. Büyük ayı, küçük ayı çocukların yutacağı bir hikayeydi.  Kül rengiydi, Kartopuydu, Dumandı. Patraş, Tilki, Alaca, Bambi, Karaburun, Kalem, Cici, Yaman, Karabaş,Suşiydi. 
 Tüm bu yıldız isimlerinin sebebi uzaya gönderilen köpek Laikaydı. Onun hikayesini hiç unutmadım, aya her baktığımda onun ruhunu orda hissederim. Bu yüzden gökyüzündeki yıldızlara köpeklerimin ismini verdim. 
O zamanlar ağaç tepelerinden inmezdim. Şeker kız Candy, Çalıkuşunun Feridesi misali.  Dizkapaklarım hep yara bere, kollarım çizik içinde. Salıncak vazgeçilmezim. Volan vurmak ezberimdi. Akasyalar açarken boğaza karşı uçmanın tarifi yok. Yıldızlı gecelerde, hamak içinde şarkı söylemek pek bir güzeldi. Beni hep bu güzel havalar mahvetti. Şairlerin dizelerinden gökyüzüne bir merdivenim vardı. Kırgın ruhumla saklandığım sayfalar sarıp sarmalardı. Tom amcanın kulübesi, Şeker Portakalı, Tom Sawyerın maceraları, Küçük Kara Balık, Kaf dağının ardındaki Zümrüdü Anka olmak bilgi ağacındaki her bilgiyi yalayıp yutmak. 
O zamanlar diz boyu karlar vardı. Kartopu savaşları, kızaran burunlar, soğuktan donan parmaklar. Yine de bütün çocuklar sokaktaydık. İç içe kucak kucağa oynamaktaydık. 
O zamanlar, kardan adamlar adam gibi adamdı. Sabahtan akşama cıvıyıp erimez, günlerce dimdik ayakta kalırdı. Hayat zordu, insanlar zoru kolay yapmanın bir yolunu bulurdu. Umut hep vardı, karanlık gecenin sonunda güneş doğardı. Boğazın dalgası, ayazı hiç eksik olmazdı. Gemiler batar, deniz haftalarca yanardı. 
 O zamanlar leylaklar nisanda, güller mayısta açardı. Yediverenler hariç, karda açan bir gülüm vardı. Merdiven başında beyaz çiğ taneleri koklardım yapraklarında. 

Nurten Yurt

(Yedi yılda tamamlanmayan yazılardan)
Images

Varoluşun Dayanılmaz Ağırlığımıydı Yaşamak

Gökkuşağından Darağacı           


 Şimdi'nin bedeni yok,

Yontuyor geçmiş bilgisiyle
gelecek belki olur diye taşı,
taşını kokluyor
yontu dağılıyor...


Şimdi'si yitik
bundan boyuyor
boyuyor evine aldığı
ağacın üzerine tüneyip
duvarını, tavanını, geçmişi
ve geleceği ve her yanını;
dal kırılıyor...


Şimdi'si yitik
diziyor diziyor notalarını,
göğe ışık üzerine boncuklarını,
ucuza getiriyor varlığını
sonsuzun sessizliğiyle
sonlunun gürültüsü arasında,
O bitirince kıyısında gezindiği
yol çöküyor...

Şimdi'si yitik
bundan yazıyor
yazıyor enine boyuna
içini ve dışını ve yeri
ve göğü ve suyu,
bindiği kadırga
o inince batıyor

Nilgün Marmara


  Hep genç yaşta mı  veda eder hayata bu şairler.  Sözcükleri  sorgularken hayatı, insan olmanın acılarını, iki yüzlülüğünü ve yaralarını, sıkı sıkıya ilmikler okuru yaşama. 
 Ruhumuzu yıkayan şiir dizeleri vardır.  Hayatın ağırlığını hafifleten , gamı gözyaşına dönüştürüp çocuksu saflığımızı hatırlatan.  İnsanın, insan olma yolundaki adımları  farklı da olsa , yaşamlar  başka başka sözcükler bizi birbirimize bağlar. 
 İnsan olmanın tüm nimetlerini yaşatmıyor  hayat.  Hassasiyet ince bir çizgi kimi zaman çizilen ince çizgilerin bir araya gelip  sildiği yaşamı. 
 Hayatın o sıradanlığına, belki de acımasızlığına karşı sığındığımızdır yazmak. Kapıldığımız umutsuz ruh hallerimize giydirdiğimiz yüzlerce karakter ve maske. Ruhumuza sinmiş acıyı , huzursuzluğu silip yenilenmenin yolu.  Duygu devinimlerimiz, içinden çıkmak istediğimiz kaoslar, kaybettiklerimizin ilacıdır sayfalar.  Okudukça çoğalır, belki de katmanlaşırız.  Katmanlarından soyutlaşıp saf kalabilmenin yolu sözcüklerin safiyetidir. 
 Şimdi 'nin gücüyle dalgalara rağmen, varoluşun dayanılmaz ağırlığıyla, kulaç atmaktır yaşamak.

Nurten Yurt
Images

Yaşar Kemal Romanları

Orta Direk (1960)

Yaşar Kemal, Orta Direk, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu romanlarından oluşan Dağın Öte Yüzü üçlemesinde, yalak köylülerinin yaklaşık 13 aylık bir süreyi kapsayan yaşam mücadelelerini anlatır. Orta Direk’te köylülerin yaz sonunda pamuk toplamak için Çukurova’ya gidişlerini anlatır.
Yaşar Kemal, bu üçleme için “Çok ağır, çok zor koşullar içinde yaşayan sonsuz bir direnişle yaşamını sürdüren insanların hikayesidir.” der.
“Halil Emmi, daha kaç gün kaldı senin döngele turnalarının gelmesine? [….] İt dölü. Adam değil ki Mollanın oğlu. Yayvan yayvan güler. Pis. Sırıtkan. Yolunu değiştirdi, başka, uzun bir yola saptı. [….] İyice kocadım mı ola? Seksenini de geçmiş olacağım Allalem.”

Yer Demir Gök Bakır (1963)

Bu üçlemede Yaşar Kemal, kurguda ve anlatımda yeni teknikler dener. Bu romanda ise köylülerin Adil Efendi’ye olan borçlarını ödeyemeyecek olmalarının onlarda yarattığı korku ve bu durumdan kurtulmak için ermişe döndürdükleri Taşbaş’ın öyküsü anlatılır. Bu romanın, Orta Direk’ten farkı, anlatıcı taraf tutarak, kendi düşüncelerini rahatlıkla ifade ederek okuru yönlendirmeye çalışır.
“O mavi kuştan, yanar döner kuştan… Hani, su kıyılarındaki yarları yılan deliği gibi deler, çok derinlere kadar deler, ta dibine, toprağın altına gider, oraya yuvasını yapar. Yuvalarının ağzında da her zaman bir çiçek biter. Ya bir yoğurt çiçeği, ya bir pampal, ya ağınağacı çiçeği, ya bir su püreni. O kuş çiçeksiz edemez, işte o kuştan bir tane tutmalı.

Ağrı Dağı Efsanesi (1970)

Ağrı Dağı Efsanesi, Ahmet ve Gülbahar arasındaki aşkı anlatır. Ürpertici epik bir üslup, pürüzsüz bir kurgu, etkileyici ve güçlü karakterleri ile bir aşk destanıdır. Ayrıca, Yaşar Kemal insan psikolojisinin derinliklerine iner.
“Gülbahar orta boylu, dolgundu. Duru, açık bir teni vardı. Buğday benizliydi. O, kızkardeşlerinden başka türlüydü. Ağrıdağı kadınları gibi üst üste dökmeli fistanlar giyer, saçlarını kırk örgü yapardı. Gerdanlığı altındı. Ayak bileklerine Ağrıdağı kadınları gibi altın, inci, zümrüt halhallar takardı. Çok zekiydi. Az konuşur, hep inceden gülerdi. Öteki kardeşleri erkek olsun, kız olsun, saraydan çok az dışarı çıkar, çok az halkın arasına katılırlardı. Gülbahar böyle değildi. O, hep halkın arasındaydı.”

Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974)

1974’te yazdığı romanın, diğer romanlarıyla ortak temaları vardır. Roman, Yusufçuk Yusuf (1975), Akçasazın Ağaları üçlemesinin ilk iki kitabıdır. Ölüm, öldürülme korkusuyla ilerleyen destansı bir romandır. Zengin ve destansı betimlemeler, romana destansı dil ve söylem atmosferi verir.
“O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çektiler gittiler. Bir kere, iki, üç, dört, beş kere, yüz kere, bin kere söylüyor, içini bir ağlamanın, doya doya ağlamanın, kırgınlığın korkunç bir öfkeden geri kalmışlığın yumuşaklığı, hüznü, ağlamak isteği dolduruyor, bu erişilmez duyguyu kaçırmamak için de durmadan sözleri arka arkaya söylüyor, bir kaçırırsa, bir daha bu erişilmez tada varamayacağını sanıyordu.”

Teneke (1955)

Bir Anadolu kasabasında çeltikçi ağaların ektikleri çeltik sıtmaya neden olur. İdealist genç kaymakamın halk adına ağalarla mücadelesini anlatır. Kaymakam ardından teneke çalınarak sürülür. Romanda yerel dil fazlaca kullanılmış, o yöredeki insanların yaşantısına ulaşmamızı sağlıyor.
“Böyle üst üste gelen olaylar, Kaymakamı iyice sarsmış, zayıflatmıştı. Yüzü sapsarı, her zaman düşünceli, yorgun, kırılmış, kederliydi, ince dudakları, daha da incelmiş, keskin bir bıçağın ağzına dönmüştü. Gözleri pırıltı içindeydi. Işıltılı. Saçlarını sinirli sinirli arkaya doğru atıyordu. Tek inandığı insan şimdi Resul Efendiydi. Baba gibi seviyordu. O da onu koruyordu. Kasabadaki dedikoduları, hakkındaki iğrenç şayiaları, planları günü gününe duyuruyordu. Bir ay içinde bir ömürde öğrenilebileceklerin hepsini öğrenmiş gibiydi. Hele şu son günler!… Köylerde köylülerle yatmıştı. Bitlenmişti. Doktorun muayenehanesi önünde kuyruk olmuş hastalarla konuşuyordu her sabah, daireye gitmeden önce. Nasıl yalan söylenir, dalavere yapılır, ruhsat almak için nasıl dolaplar çevrilir, hepsini, hepsini öğrenmişti.
(Kitap seçkileri)
Nurten Yurt

Images

Atabetül Hakayık



12. yüzyıl Türk edebiyatçılarından Yüküneli Edib Ahmet tarafından yazılmış bir eserdir. 

"Gerçeklerin Eşiği” manasına gelir. Aruz ölçüsüyle yazılmış didaktik içerikli bir mesnevi türüdür. Dönemin sultanlarından Muhammed Dad Sipahsalar’a yazılmış dini ve ahlaki içerikli bir mesnevidir. Kur’an-ı Kerim’den sonra insanlara İslamiyet’i anlatan bir eserdir.


1906 yılına kadar varlığı bilinmezken tesadüf eseri bu yıl Ayasofya Kütüphanesi’nde çalışmalar yapan Necip Asım tarafından bulunmuş ve edebiyat camiasına sunulmuştur. Şekil olarak incelenirse beyitlerin “aaba” olarak şekillendiğini, dörtlükler halinde, mesnevi türünde yazıldığını görürüz. Konu olarak bakacak olursak büyük hırsın, ahlak yoksunluğunun, cehaletin ve kibrin ne kadar kötü duygular olduğunu vurgulamış; iyiliği, alçakgönüllülüğü, bilginin gücünü ve hoşgörünün önemini belirtir. Asıl metnin dörtlüklerle söylenmiş olması yazarının milli şiir zevkini sürdürdüğünün göstergesidir. Dil bakımından Kutadgu Bilig'e göre Atabetü'l-Hakayıkta Arapça, Farsça kelime sayısı daha fazladır. Bu durum eserin dini içeriğiyle ilgilidir. Ancak, halka hitap eden eserde konu ve düşünce kurgusu daha basittir.


Atabetü 'l-Hakâyık’ın sonuna eklenmiş olan manzum parçalar, eserin 15. yüzyılda bile yazarına saygı duyularak okunan ve yararlanılan bir kitap olduğunun kanıtıdır. Eserin sonunda, Emir Seyfeddin tarafından yazılmış olan dörtlükle Emir-i Kebir Arslan Hoca Tarhan'ın manzumesi, Edip Ahmed'i takdir amacıyla kaleme alınmıştır. Bu manzumeleri yazmış olan her iki emir de Timur dönemi emirlerindendir. Övgü olarak kabul edebileceğimiz bu manzumelerde Edip Ahmed'in anadan doğma kör olduğu belirtilir ve eseriyle kazandığı saygıdan, gördüğü ilgiden söz edilir.


Atabetü'l-Hakâyık, Necip Asım (Yazıksız) tarafından Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunarak 1906 yılında bilim dünyasına tanıtılmıştır. Necip Asım, hem Uygur hem de Arap harfleriyle yazılmış olan bu nüshayı 1918'de İstanbul'da bastırmıştır. Daha sonra N. Asım yine Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunan bir başka nüsha daha bulmuştur. Kitabın ayrıca İstanbul Topkapı Sarayı Kütüphane 'sinde Arap harfleriyle yazılmış bir nüshası daha vardır. Reşid Rahmeti Arat, hem Uygur, hem Arap, yalnızca Uygur ve yalnızca Arap harflariyle yazılmış olan söz konusu üç nüshayı karşılaştırarak 1951 yılında edisyon kritikli metin halinde TDK yayınlan arasında çıkartmıştır. Bu kitapta eserin Türkçe çevirisinin yanı sıra Atabetü'l-Hakâyık nüshalarını tanıtan ve eser üzerin­de yapılmış araştırmaları içeren bir de önsöz bulunmaktadır. Atabetü'l-Hakâyık Batılı araştırmacılar tarafından da incelenmiş olup eser üzerinde en ciddi çalışma Jean Deny tarafından yapılmıştır. Eserle, Polonyalı Kovalski de ilgilenmiştir. En uzun  beyitleri yazmıştır.

Nurten Yurt