Images

Yaşar Kemal Romanları

Orta Direk (1960)

Yaşar Kemal, Orta Direk, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu romanlarından oluşan Dağın Öte Yüzü üçlemesinde, yalak köylülerinin yaklaşık 13 aylık bir süreyi kapsayan yaşam mücadelelerini anlatır. Orta Direk’te köylülerin yaz sonunda pamuk toplamak için Çukurova’ya gidişlerini anlatır.
Yaşar Kemal, bu üçleme için “Çok ağır, çok zor koşullar içinde yaşayan sonsuz bir direnişle yaşamını sürdüren insanların hikayesidir.” der.
“Halil Emmi, daha kaç gün kaldı senin döngele turnalarının gelmesine? [….] İt dölü. Adam değil ki Mollanın oğlu. Yayvan yayvan güler. Pis. Sırıtkan. Yolunu değiştirdi, başka, uzun bir yola saptı. [….] İyice kocadım mı ola? Seksenini de geçmiş olacağım Allalem.”

Yer Demir Gök Bakır (1963)

Bu üçlemede Yaşar Kemal, kurguda ve anlatımda yeni teknikler dener. Bu romanda ise köylülerin Adil Efendi’ye olan borçlarını ödeyemeyecek olmalarının onlarda yarattığı korku ve bu durumdan kurtulmak için ermişe döndürdükleri Taşbaş’ın öyküsü anlatılır. Bu romanın, Orta Direk’ten farkı, anlatıcı taraf tutarak, kendi düşüncelerini rahatlıkla ifade ederek okuru yönlendirmeye çalışır.
“O mavi kuştan, yanar döner kuştan… Hani, su kıyılarındaki yarları yılan deliği gibi deler, çok derinlere kadar deler, ta dibine, toprağın altına gider, oraya yuvasını yapar. Yuvalarının ağzında da her zaman bir çiçek biter. Ya bir yoğurt çiçeği, ya bir pampal, ya ağınağacı çiçeği, ya bir su püreni. O kuş çiçeksiz edemez, işte o kuştan bir tane tutmalı.

Ağrı Dağı Efsanesi (1970)

Ağrı Dağı Efsanesi, Ahmet ve Gülbahar arasındaki aşkı anlatır. Ürpertici epik bir üslup, pürüzsüz bir kurgu, etkileyici ve güçlü karakterleri ile bir aşk destanıdır. Ayrıca, Yaşar Kemal insan psikolojisinin derinliklerine iner.
“Gülbahar orta boylu, dolgundu. Duru, açık bir teni vardı. Buğday benizliydi. O, kızkardeşlerinden başka türlüydü. Ağrıdağı kadınları gibi üst üste dökmeli fistanlar giyer, saçlarını kırk örgü yapardı. Gerdanlığı altındı. Ayak bileklerine Ağrıdağı kadınları gibi altın, inci, zümrüt halhallar takardı. Çok zekiydi. Az konuşur, hep inceden gülerdi. Öteki kardeşleri erkek olsun, kız olsun, saraydan çok az dışarı çıkar, çok az halkın arasına katılırlardı. Gülbahar böyle değildi. O, hep halkın arasındaydı.”

Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974)

1974’te yazdığı romanın, diğer romanlarıyla ortak temaları vardır. Roman, Yusufçuk Yusuf (1975), Akçasazın Ağaları üçlemesinin ilk iki kitabıdır. Ölüm, öldürülme korkusuyla ilerleyen destansı bir romandır. Zengin ve destansı betimlemeler, romana destansı dil ve söylem atmosferi verir.
“O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çektiler gittiler. Bir kere, iki, üç, dört, beş kere, yüz kere, bin kere söylüyor, içini bir ağlamanın, doya doya ağlamanın, kırgınlığın korkunç bir öfkeden geri kalmışlığın yumuşaklığı, hüznü, ağlamak isteği dolduruyor, bu erişilmez duyguyu kaçırmamak için de durmadan sözleri arka arkaya söylüyor, bir kaçırırsa, bir daha bu erişilmez tada varamayacağını sanıyordu.”

Teneke (1955)

Bir Anadolu kasabasında çeltikçi ağaların ektikleri çeltik sıtmaya neden olur. İdealist genç kaymakamın halk adına ağalarla mücadelesini anlatır. Kaymakam ardından teneke çalınarak sürülür. Romanda yerel dil fazlaca kullanılmış, o yöredeki insanların yaşantısına ulaşmamızı sağlıyor.
“Böyle üst üste gelen olaylar, Kaymakamı iyice sarsmış, zayıflatmıştı. Yüzü sapsarı, her zaman düşünceli, yorgun, kırılmış, kederliydi, ince dudakları, daha da incelmiş, keskin bir bıçağın ağzına dönmüştü. Gözleri pırıltı içindeydi. Işıltılı. Saçlarını sinirli sinirli arkaya doğru atıyordu. Tek inandığı insan şimdi Resul Efendiydi. Baba gibi seviyordu. O da onu koruyordu. Kasabadaki dedikoduları, hakkındaki iğrenç şayiaları, planları günü gününe duyuruyordu. Bir ay içinde bir ömürde öğrenilebileceklerin hepsini öğrenmiş gibiydi. Hele şu son günler!… Köylerde köylülerle yatmıştı. Bitlenmişti. Doktorun muayenehanesi önünde kuyruk olmuş hastalarla konuşuyordu her sabah, daireye gitmeden önce. Nasıl yalan söylenir, dalavere yapılır, ruhsat almak için nasıl dolaplar çevrilir, hepsini, hepsini öğrenmişti.
(Kitap seçkileri)
Nurten Yurt

Images

Atabetül Hakayık



12. yüzyıl Türk edebiyatçılarından Yüküneli Edib Ahmet tarafından yazılmış bir eserdir. 

"Gerçeklerin Eşiği” manasına gelir. Aruz ölçüsüyle yazılmış didaktik içerikli bir mesnevi türüdür. Dönemin sultanlarından Muhammed Dad Sipahsalar’a yazılmış dini ve ahlaki içerikli bir mesnevidir. Kur’an-ı Kerim’den sonra insanlara İslamiyet’i anlatan bir eserdir.


1906 yılına kadar varlığı bilinmezken tesadüf eseri bu yıl Ayasofya Kütüphanesi’nde çalışmalar yapan Necip Asım tarafından bulunmuş ve edebiyat camiasına sunulmuştur. Şekil olarak incelenirse beyitlerin “aaba” olarak şekillendiğini, dörtlükler halinde, mesnevi türünde yazıldığını görürüz. Konu olarak bakacak olursak büyük hırsın, ahlak yoksunluğunun, cehaletin ve kibrin ne kadar kötü duygular olduğunu vurgulamış; iyiliği, alçakgönüllülüğü, bilginin gücünü ve hoşgörünün önemini belirtir. Asıl metnin dörtlüklerle söylenmiş olması yazarının milli şiir zevkini sürdürdüğünün göstergesidir. Dil bakımından Kutadgu Bilig'e göre Atabetü'l-Hakayıkta Arapça, Farsça kelime sayısı daha fazladır. Bu durum eserin dini içeriğiyle ilgilidir. Ancak, halka hitap eden eserde konu ve düşünce kurgusu daha basittir.


Atabetü 'l-Hakâyık’ın sonuna eklenmiş olan manzum parçalar, eserin 15. yüzyılda bile yazarına saygı duyularak okunan ve yararlanılan bir kitap olduğunun kanıtıdır. Eserin sonunda, Emir Seyfeddin tarafından yazılmış olan dörtlükle Emir-i Kebir Arslan Hoca Tarhan'ın manzumesi, Edip Ahmed'i takdir amacıyla kaleme alınmıştır. Bu manzumeleri yazmış olan her iki emir de Timur dönemi emirlerindendir. Övgü olarak kabul edebileceğimiz bu manzumelerde Edip Ahmed'in anadan doğma kör olduğu belirtilir ve eseriyle kazandığı saygıdan, gördüğü ilgiden söz edilir.


Atabetü'l-Hakâyık, Necip Asım (Yazıksız) tarafından Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunarak 1906 yılında bilim dünyasına tanıtılmıştır. Necip Asım, hem Uygur hem de Arap harfleriyle yazılmış olan bu nüshayı 1918'de İstanbul'da bastırmıştır. Daha sonra N. Asım yine Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunan bir başka nüsha daha bulmuştur. Kitabın ayrıca İstanbul Topkapı Sarayı Kütüphane 'sinde Arap harfleriyle yazılmış bir nüshası daha vardır. Reşid Rahmeti Arat, hem Uygur, hem Arap, yalnızca Uygur ve yalnızca Arap harflariyle yazılmış olan söz konusu üç nüshayı karşılaştırarak 1951 yılında edisyon kritikli metin halinde TDK yayınlan arasında çıkartmıştır. Bu kitapta eserin Türkçe çevirisinin yanı sıra Atabetü'l-Hakâyık nüshalarını tanıtan ve eser üzerin­de yapılmış araştırmaları içeren bir de önsöz bulunmaktadır. Atabetü'l-Hakâyık Batılı araştırmacılar tarafından da incelenmiş olup eser üzerinde en ciddi çalışma Jean Deny tarafından yapılmıştır. Eserle, Polonyalı Kovalski de ilgilenmiştir. En uzun  beyitleri yazmıştır.

Nurten Yurt
Images

PENCERELER

      Sevincim

Seni dün gördüm pencerende     

  

Sevincim hiç yoktan sabah ki ağrır

Ya seni, ya dün, ya pencerede

Aynı kentte yaşadığımızı biliyorum

Seni gördükçe pencerede

Hem seni, hem dün, hem pencerede.

Sevincim hiç yoktan pencerede

Bir kent ki ağrıdıkça ağrır

Hep seni, hep dün, hep pencerede.

Aynı kentte yaşadığımızı biliyorum

Sevincim ağrıdıkça pencerede

Melih Cevdet Anday

      



Güneş doğuyor pencereme, unutulmuş kapı, eski bahçeler kalakaldık pencerelerde



Hayat akıp gidiyor, alkışlar ışıklar kalakaldık pencerelerde

Geçip giden bulutlar, sahilde hapşıran deniz, ıssız sokaklar, boş banklar

En çok da sensizlik, sessizlik, sevilcememezlik kalakaldık pencerelerde

Bir şeyler eksik bu şehirde, çalmayan vapur düdükleri, kuşların kanat sesleri, 

Belki de trafik, kaldık pencerede

Sofralar boş, ışıklar loş, sakin sokaklar, yok sarhoş kalakaldık pencerelerde

İstemsiz, nefessiz olmuyor, güneş doğuyor pencerede, batıyor pencerede....

Nurten Yurt

(Pandemide yazı Çalışmalarından)

Images

ŞAKACI KELİMELER

 Şakacı 

Güler, gülümser bir şakacı,

Güldürür, düşündürür,
Arada-bir durur, gözleri dolar,
Neler söyler, neler susar...
Yoksa, çok acı bir şakayı şakadan da olsa,
Çok yalın bir karanlığa mı saklar...
Oynadığı oyunsa, yaşamda oynadığı,
Oyununu mu yaşar...
Oyunda yaşadığı, yaşamını mı oynar...
Yaşarcasına, oynarcasına,
Sonunu mutlu bağlar,
Gider evine ağlar.

Özdemir Asaf


Sahne ve Perde ya oyun nerde? Ufkun dibindeki o ışıltılı nokta. Dalga dalga inen, üzerine sinen o sisin üzerinde yürüyordu. Merhale, merhale kayboldu şehir bilinmeyenin içinde. Attığı adımı göremiyordu. Allahtan sessiz ıssızdı sokaklar. Sesleri kaplayan sessizliğin içinde yol almak. Neredeydi o çılgın motor sesleri, martı çığlıkları, denizin dalgaları? Sessiz sakin ve sis. Kayıp şehir, kayıp deniz esrarengiz. 

Elini uzattı sise kayboluşunu gördü. Attığı her adımda kaybolan ayaklarla ilerledi. İlerledi, belli belirsiz ıssız sessiz bilinmezin içindeki bilmeceye. İlerleyecekti sessiz sakin kaybolan geçmişe inat, bilinmeyen meçhule..


Kelimeler


Yarıda kalmış aşklarının hesapları içinde
Denizlere açıldı içimizden biri
Niçin gittiğini söylemeden.
Doyulmamış arzularla doluydu yelkenleri.
Yıpranmış kelimelerin verdiği güvenden.
Bulacak sanıyordu yenilikleri.
Her an bir yeni su vardı,
Her yeni suda bir yeni an.
Deniz, dalgalarıyla gösteriyordu dışından
Yaşananla düşünülenler arasındaki farkı.
Bitmiyordu köpüklerle renkler
Bir başka damlada, bir başka ışıkta başlamadan.
Gözlerinin önünde bir oyun, ardında bir oyun.
Dışında ne varsa yeni, ne varsa gerçek.
Yeni manzaralarla gelen yeni duygular
Hani, eski kelimelerle olmasa
İnsanın ömrünce devam edecek.
Gözlerinin önünde bir oyun, ardında bir oyun.
Anladı,ölmekle yaşamanın birleştiği noktada
Yeni rüzgarlarla esen yeni korkulara
Yeniliklerini bağışlamayan kelimelerin
Nasıl düşman sığınaklar halinde direndiğini.
Anladı, bütün olmuşlarla olanların
Ve bütün olacakların
O kelimelerin içinde
Kendisine varmadan eskidiğini.


Özdemir Asaf



Kelimelerin sustuğu yer, dedi noktayı koydu.  Nasıl susardı ki kelimeler? Avazı çıktığı kadar bağırıyordu işte. Sessizlerin seslilerle kaynaşıp bir olduğu bir yer vardı. Biri zıplıyor, öbürü haykırıyor sayfaların arasında zapt edilmiyordu.  Nasıl susardı onun kelimeleri bunca yalanın arasında gerçeği haykırırken susmak olmazdı. Yalan hep vardı, yazılmaktaydı, gerçek susturulamazdı. Bu görüntüler, tüm bu gerçekler kelime olup akmalıydı. Haksızlıklar, bir gün birileri tarafından ortaya çıkarılacaktı, bunları kelimeler yapacaktı. 
Haykıracaktı o sonsuza dek, kimse görmese de, kimse duymasa da elbet bir gün. Gökyüzünün en uzağındaki o en parlak yıldızdan süzülen huzmenin içinden dağılan kelimeler bir gün gelip gerçeği haykıracaktı. Ve kelimeler sel olup akacak doğruları yazacaktı. İnsanoğlu bir gün kelimelerin eskise de yenileneceğini anlayacaktı. 

Nurten Yurt

(Pandemi de yazı çalışmalarından)
Images

Asaf Dizeleriyle Güzelleşen Gece

Aynanın Oyunu

 Bir çocuk doğdu, bendim.

Sıraya girdim insanlar içinde.

Alay bayrak büyüdüm
Odalar, sofalar içinde.

Bir ayna doğdu, gördüm.
Sıraya girdi aynalar içinde.
İsime geldi, aldım,
Çarşılar, pazarlar içinde.

Bunca yıl yüzüne baktım.
Kendisini aşmadı
Olanlar içinde.

Bir sabah uyandım,
Duruyordu karşımda
Düşmancasına,
Bir cam,
Aldanmış,
Kendini ayna sanmış.

*Özdemir Asaf


Aynalar ve sen yansımam mıydı, ben sensizliğin acısı sinmiş yalancı cama, baktığım ben miydim sen mi? Ya çizgiler tamda gamzenin üstünü çizen iki çizgi yol etmiş biri sensizliği diğeri sessizliği. Gördüğüm ben miydim yoksa sen mi? Gözümün çukurunu, burnumun dibini sızlatan o belirsizlik. Yalancıysa bu cam? Ya sırdan öte senden öte yabancıysa. Böyle boş bakmazdım ben. Ya kaybolan ışıltıların yerine gelmiş dipsiz bir kuyu daldı mı içine çıkılmayan. Yalancı bu Aynalar, sırsız, sensiz bu gördüğüm suret manasız, anlamsız. Ya öylece kıvrılan acıyla gülümseme değil donuş, dudaklarımdan kıvrılan acıyan sessiz kalış. Bu sen miydin ben mi? Söyleyin yalancı,sırsız,sessiz  camsız cansız aynalar..

Aşk Şarkısı

Ellerini ver öpeceğim. 

Binlerce el içindeyim

Şu beyaz çizgilerden gideceğim.

Ellerini ver, ver ellerini..

seni öldüreceğim.

Gözlerinden gireceğim,

İçinde yer edeceğim..

Sana oradan sesleneceğim;

Ellerini ver,ver ellerini..

Seni öldüreceğim.

*Özdemir Asaf


Ellerinin sıcaklığıyla irkildi. Nasıl olurdu bu? Bileğini tuttu, nabzının attığını hissetti. İnanamadı, Olamazdı, telaşla çantasını açtı. Dali sırıtıyordu aynanın diğer tarafından ağzına yaklaştırdı. Nefessiz kalmıştı, kalbî çıkacak gibi atıyordu. Bunların hepsi bir rüya olmalıydı. Yaşayacaktı, evet yaşayacaktı. Başka türlüsü olamazdı. Aynayı çevirdi soluğunu bıraktı. Tekrar uzandı kalbinin üstüne koydu ellerini bir iki üç nefes. Bir iki üç nefes. Elleri sıcaktı, nabız vardı. Bir iki üç nefes, soluk vardı olmalıydı, olacaktı. Kalbinin atışlarını ayarladı. Aynaya uzandı, dudakları sıcaktı. Bir iki üç ayna nefesle aydınlanacaktı. Bir iki üç aynayı çevirdi sıcaktı. Evet elleri sıcaktı, nabız vardı, ayna sıcaktı yaşayacaktı.

Nurten Yurt



Images

İki Dakikada Uçmak


 Nasılda sıkılmıştı, böyle yeknesak her anı hesaplı bir hayat ona göre değildi. Şehrin ışıltısı ve kargaşasından sonra kasabanın ıssızlığında her gün aynı şeyleri yapmak bir ayın sonunda boğucu gelmeye başlamıştı. Haftanın bir gününü serüven günü yapıp, ıssız dağları, sahilleri keşfe çıksa da bir türlü ünlü biriyle karşılaşamamıştı. 

Ünlülerin tatil yeri diye mi seçmişti burayı? Halasının burada olması mıydı onu çeken hiç düşünmeden gelmişti işte. Sahile iniyordu, dağdaki yürüyüş yolunu kullanıyordu. Kimsecikler yoktu. Issızlıkla doğanın yalnızlığına sığınıyordu.

  Sevildiğini biliyordu ya o bile yeterdi. Halasının ailesi sarıp sarmalamıştı onu. Arkasına dönüp bakmayacaktı. Kaybettiklerini düşünmek bile istemiyordu. Doktorda öyle söylemişti. Şu an sadece sevgiyle kalmak, inzivada gibi hiç düşünmeden yaşamak. Ne olursa olsun arkasına dönüp bakmayacaktı. Kasabanın ıssızlığında sevgiyle sarılıp ona sunulan vaatlerle hayata tutunmak.

 Hem herkesin bildiği, hem de unuttuğu yer değilmiydi burası? Sahi kim söylemişti? Kasabayla kendini özleştirdiğinde kendine benzetmişti belki de. Macera gününün tadını çıkarmalıydı. Denizin dalgaları ıssız sahili dövüyordu yine. Deniz hapşırmıyor, köhür köhür öksürüyordu resmen.  Uzaktaki sandala takıldı sahi ne işi vardı orda.

Anahtarın yere düşmesiyle irkildi. Uzanıp alırken üzerine düşen gölgeyle nefesi kesildi. İşte yine aynı şey oluyordu. Sakinleşmek için içinden yavaş yavaş ona kadar saymaya başlamıştı bile. Ama bir türlü doğrulup gölgenin sahibini görmek için dizlerinin titremesini bastıramıyordu. 

Yaprakların hışırtısı rüzgarla beraber iyice artmıştı. Dalga seslerine karışan yüreğinin sesini bastırdı. Yavaşça doğruldu. Güneş gözlerini kamaştırmıştı, gözlüklerini aradı telaşla yoktu. Göremiyordu, karşısındakinin yüzünü. Az evvel kumdaki gölgeden hiç farkı yoktu. Karanlık ve güneşin ani ışığı görme yetisini yok etmişti kesin. 

Ateş bastı her yerini, nefesini sakinleştirmeyi başarmıştı başarmasına, iki büklüm halden doğrulmuştu da. Ama gözlerine inanamıyordu. Karşısında duran adamın yüzünü göremiyordu. Gözlerini ovuşturdu, sahile döndü, dalgaları köpükleri, denizin orta yerindeki sandalı denizi görüyordu. Derin bir nefes çekip sakince döndü. Adamın, karşısında duran adamın yüzü yoktu.


Nurten Yurt 

( Pandemide Yazı Çalışmalarından)

Images

TÜKENMEKTEYİZ

 Tükenmekteyiz, gitmek zorundayız

Çağrılmadan geliriz, ama konuşmak ve anlaşamamak

ve bir an bile kavuşamayan ellerimiz, yıkmakta bunca şeyi;

kalıcı değiliz, ilk adımlarımızı korkutur yabancı işaretler,

bir çarpı işareti parçalar bakışmaları, istenen, yalnızlıklarda eriyip gitmemiz.

Şarkı söylüyoruz, ezgi yüreğimizde,

Oradan çıkabildiği hiç duyulmamış, 

Yalnız arada bilenlere rastlanırmış;

Tutan olmamıştı bizi, kalalım diye.

Duyuyoruz. Paydos artık ağırdan yürümeye.

İşin sonu da kalmayacak yoksa, ve çeviriyoruz gözlerimizi Tanrıya;

Alın terimizin karşılığıdır ayrılık!

*Ingeborg Bachmann (Çeviri: Ahmet Cemal)




 Yanlızlıklarda eriyip gitmek kalabalıklarda çoğalmak mıydı gerçekten? 

ve uçsuz bucaksız bir sahil kenarında kalakalmak. Dalgalara atlayıp tuzlu sularla boğuşmak,

engine doğru bilinmeyene kulaç atmak. 

Emeğimizin karşılığını  beklemek uğruna kaybolmak, oysa verdikçe değil miydi çoğalmak? 

çoğalmanın tuhaf bir yanı yalnızlaşmak

Bilinmeyene uyanmak, anormallerle tuhaflaşmak normalleşmeye çalışmak.

Nefes almanın farklı türleriyle tanışmak, bulaşmamak uğruna başkalaşmak. 

Kaldığın yerde didiklenip durmak, kendi kendinle hesaplaşıp başkalarıyla kaynaşmak sahi neydi yaşamak? 

Nefes almak uğruna akan her saliseyle bir diğeri arasında kalışlanmak

An'da olmak olanı hakkıyla soluklamak....

Nurten Yurt 

(Pandemi'de yazı çalışmalarından)