Images

Rüyanın Ortasında Uyanmak

 

Filigran                   

Kimi kâğıtlar
Aydınlığa tutsanız
Çizgi, resim, bir şekil.
Ya da gizli mürekkeple yazılmış
Boş görünen sayfa
Okunur ısıya yaklaştırınca
Kimi şiirler 
Okunur arkasında
Kendi ateşiniz varsa.

Behçet Necatigil



 Kayalıkların ortasında ne alemi vardı uyanışın?  Güneşin kızgınlığında,yanıp kavrulur, mavi dalgalarda ferahlarken kumsalda kaybolan ayak izleriydi zamanın yaşamı. Sıcağın buharında gökyüzüne süzülmek, mavilerde çakan şimşekler karanlık ve damlalar halinde düşmek yeryüzüne sahi ne  vardı rüyanın ortasında uyanmak.
 Tam inanmışken her şeye, nefessiz kalmak.  Güneşin doğmasına az kalmıştı oysa. Bu karanlığın ortasına uyanmak, aydınlığı bulamamak, el yordamıyla sendelemek ilerlemek attığın her adımda ilerlediğini sanarak gerilemek.  Kopup gelen fırtınayla savrulmak, tutunamamak hiç bir dala karanlık boşluk bu mu dünya? 
 Ya o rüya güneşin tam ortasında nasıl yanmazsın ya? Bırak yanmayı, erimek yok olmak varken nasılda berrak nasılda maviydi hava. Nefes almak bu kadar rahat bu kadar hoş hayat..
Kayalıklardan yansıyan güneşin ısısından basılmıyor kayalara, sendeledikçe korkuyla atılan adımlarla ilerliyorum.  Ara sıra boşluklara giren papuçlar parçalanmakta, baldırlarım ağrıyor ilerlediğim kayalıklar bir diğerinde artarak karşımda. Sahi ne vardı rüyanın ortasında, tam da kayalıklarda uyanacak?....

Nurten Yurt


(Pandemide Yazı Çalışmalarından)






Images

SEVGİYİ YENİDEN İCAT EDİN....

 

Eskidendi, Çok Eskiden

Hani erken inerdi karanlık,

Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.

Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.

MURATHAN MUNGAN

    

 Billur kadehteki tınıyla fısıldadı.  Sevmek bu mu şimdi?                                                                    Gözlerine dalmak, onların içinde boğulmak, zamanın durması, nefesini dinlemek, akıp gitmek. Sende ölmek bu mu sevmek? Varlığımın yokluğu, tende birleşmek sevmek bu mu gerçekten? Geçmiş zamanların lanetimi yoksa? Böyle anlattı tüm aşıklar yok etti kendini sevdiğinde, onun yolunda, uğrunda. Varlığı onunla birleşti diye mi sevmek? 

Gülünç muamma  bu onlar böyle yaşadılar, böyle duyumsadılar diye mi bizde onları taklit ediyoruz? Sevginin tarifini yeniden yazalım. Başka bir şey belki de sevmek, onu yeniden icat etmek gerek. Soyumuzu kurtaracak bir kaşif gerek. Yeni bir insanlık yeşerecek belki başka türlü sevecek.  Sevmek sevdiğini yemek, yedikten sonra öğütmek, tüketmek değil. İcat edin ne bileyim yeni bir şeyler üretin. Sevginin tarifini güncelleyin. Öyle yok olup gitmeyin, ey insanoğlu sahi neydi sevmek? 

Emek hayır değil işte emek değil, yemek değil. Sürgüne gönderin tüm sevgileri, gelmesinler geri. Tarifini güncelleyin şu sevginin olmadı bu yüzyılda yeniden keşfedin. İnsanoğlunun en zalim duygusu sevmek, yeniden doğsun, sevgi adına yapılan tüm zulümler son bulsun. Sahi neydi sevmek? Bir pırlanta yüzük, evlilik, paylaşım, sonrası dışlaşım. Kaybolan yılların telaşında geçen başkalaşım zamanın ve sevginin katli. Ey insanoğlu yeniden keşfedin eksilmişe bir şeyler ekleyin güncelleyin sevmeyi varoluşu değiştirin, silin o duyguyu iliklerinizden. 

 Yeniden keşfedin farklılığı, yabanıllığı, vahşi arzuların dinginliği, saf masum varoluşu doğanın sonsuzluğunu. Soğuk donmuş bozkırları, taşı, toprağı, çorağı, kıtaları. Denizi, dalgayı, mercanı, tarağı, bırakın siz ataları yeniden keşfedin vatanı. Almayı değil vermeyi, karşılıksız ,hesapsız, sorgusuz, sualsiz ekleyin eksiltmeyin. Ne bileyim işte bir şeyler yapın, adını değiştirin demeyin sevgi sevinmesin gizli gizli. Yeniden deneyin keşfedin. 


Nurten Yurt 



Images

VİCDAN DALGASI

 Vicdanı rahattı. Derin bir nefes alıp küreklere asıldı. Anlatmıştı her şeyi, dalgalar pek


bir hafifledi, yol verdi deniz. Kıyıdan gelen müzik sesleri ruhunu okşuyordu. Gökyüzündeki dolunayın aksi denizin oynaşan dalgalarıyla kucaklaşıp onu aydınlatıyordu. Huzur bu, bundan öte bir şey yoktu. Bu an için değerdi.

 Hiç kimse biraz evvel dalgalara ceset bırakmış bir katil diyemezdi ona. Gerekeni yapmıştı, ömür boyunca azap duyacağına, bir canı katletmiş. Azabı ortadan kaldırmıştı. Rahattı artık.  Motorun sesi üstüne üstüne gelince bir an ürperir gibi oldu. Sadece bir an. 

 Sonra yine kendini o anın rehavetine bıraktı. Küreklere asıldı, deniz yol verdi ışıldayarak dalgaların şavkı gözbebeklerinde ışıldadı. Sahilden gelen müziğin sesi dalgaların kürekle oynaşmasına katıldı. İyotun kokusuna yanık odun kokusu eşlik etti derin derin soludu. Şimşek mi çakmıştı? Bu havada olmazdı ki. Birazdan kıyı ya çıkacak  eve gidecekti.  Küveti doldurup içine girecek, şarap buz kovasında onu bekliyordu.  Şöminenin alevlerini seyrederek rahatlayacaktı. Peynir tabağına uzanacaktı, midesindeki ekşimeyle birlikte diğer şimşekler çakmaya başladı. 

 Denizin dalgaları, kıyıdaki müziğin şiddetiyle artmıştı sanki. Oysa çok az kalmıştı. Kürekler ağırlaştı, deniz koyulaştı ışıltısını kaydedip zifire kesti. Rüzgar savurdu iyotlu tuzu yüzüne. Gözleri acıdı, yandı. Yaşlar boşandı.  Küreklere asıldı, az kalmıştı, kıyı yakındı. Deniz kudurdu, çakan şimşeklerin aydınlatamadığı bir karanlıkla kalakaldı. Küreklere asıldı, balçığa saplanmış kalakalmıştı. Ufka baktı, karanlıktı. Kıyı uzaklaşmış, ışıklar kaybolmuştu.


Nurten Yurt




Images

ŞİİRDEN DİYALOGLAR


  HAYAL ŞEHİR


Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir'den bak! 
Bir zaman kendini karşındaki rü'yâya bırak! Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan; Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan; O ilâh isteyip eğlence hayalhânesine, Çevirir camları birden peri kâşânesine. Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka. Mestolup içtiği altın şarabın zevkinden, Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen, Nice yüz bin senedir şarkın ışık mîmarı Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar'ı. O ilâhın bütün ilhâmı fakat ânîdir; Bu ateşten yaratılmış yapılar fânîdir; Kaybolur hepsi de bir anda kararmakla batı. Az sürer gerçi fakîr Üsküdar'ın saltanatı; Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına; Serviler şehri dalar kendi iç aydınlığına, Ezelî mağrifetin böyle bir iklîminde Altının göz boyamaz kalpı kadar hâlisi de. Halkının hilkati her semtini bir cennet eden Karşı sâhilde, karanlıkta kalan her tepeden, Gece, birçok fıkarâ evlerinin lâmbaları En sahîh aynadan aksettiriyor Üsküdar'ı
Yahya Kemal Beyatlı 

 Hayal Şehir 
  Meftune hanımın telaşlı sesi sokağı doldurdu. 
-Yetişin komşular! Sarman ciğeri kaptı.  Server bey taşlıktan koştu. Leman kadın 
 cumbadan sarktı.
Hain kedi çoktan sokağın köşesini dönmüştü.
-Eyvahlar olsun! Akşam Mehmet Ali Efendi'ye ne pişir ecem ben?
-Telaş etme komşu buluruz bir çaresini.
-Meftune hanım bi koşu alıp geliyim ciğerciden, 
Lütfüzade sokağının dip köşesin de komşular, kaybolan akşam yemeği karmaşasını
 çözmeye çalışırken sokağın amansız hırsızı sarman, servi ağacını
 kovuğunda ciğeri mideye indirmekle meşguldü. 
- Yoğurtçuuuu!
-Kazım Efendi şu tasa iki okka yoğurt koyuver. Sepetin içinde
parası aman dikkat et dökülmesin. 
- Kazım usta bana bir tepsi ayır. Akşam dünürler gelecek anca yeter.
Geçen sefer biraz ekşi geldi bizim efendiye, tazedir bu inşallah.
- Töbe töbe o da ne demek? Geceden mayalarım benim yoğurdum ekşi olmaz
bilesin hanım. 
- Kahrolası Sarman! Şu kediyi yakalayıp götüremediniz, koskoca mahalle her gün
bir kayıp. 
-Arsız hırsız, geçen karda dayanamayıp aldım sahanlığa. Pirzolaların yarısını
götürmüş ruhum duymadan. O sinirle bulamadım. Bir de baktım mangalın yanına 
kıvrılmış mırılmırıl dayanamadım.Kıyılmaz hayvana.
 Gün servinin ardından devrilirken, Lütfüzade sokağının ihtişamlı köşkünün
cumbasına tırmanan sarman pek bir keyifliydi.

Nurten Yurt
(Pandemide Yazı Çalışmalarından)


Images

Semaver

 

Öykü kitabı, roman gibi soluk soluğa okunmaz. Durakları, esleri vardır öykünün. Tadını iyi bir duyumsamalı ki okur, bir sonrakinin farkına varmalı. Sait Faik’in öyküleri yaşamın, insanın içinden geçer, düşünmediğiniz detayın onun kalemiyle nasıl yüceleştiğini görür, yazmak bu işte dersiniz.

Bir kıyının dört hikâyesiyle devam ediyor kitap. Soğan Kayığı’nda gürbüz bir köylü çocuğunu, Kediler’de adanın kedilerini, Çocuklar’da yeni dostlarını Ve Ölü’de ölümün doğallığını anlatıyor kısaca. Babamın İkinci Evi size ikinciliğin burukluğunu fısıldıyor. İpekli Mendil’de genç bir aşığın sevgilisine fedakârlığı, avucundaki ipeğin yumuşaklığı gibi sarıyor sizi sözcüklerle, su gibi yaşam diyor kayıp gidiveriyor avuçlarımızdan.

   Kıskançlık’ta genç karısının aslında genç çobana yakıştığını itiraf ediyor muallim efendi. Bohça adı gibi düğüm düğüm sözcükler, sahneler iç içe okuyorsunuz sonra duruyor iç çekiyor, hatta isterseniz çok dolduysa yüreğiniz, mendile uzanıveriyor eliniz. 

Orman ve Ev adlı öyküde önce ormanı anlatıyor, Haleplizadelerin ormanını, Dokurcun suyunun bereketi ile büyüyen ağaçların denize benzediğini söylüyor. Ev’de ev bir sofa, beş oda, bir mutfak, bir hamam, bir de arkada iki dönümlük yemiş bahçesinin gölgeliğine asılmış nişastalar, pestiller ve tarhanalar kuruyan bir balkon. Düğün gecesi adlı öyküde, eşinden genç bir güveyin, ilk gecesini anlatıyor sözcükleriyle sırtını yumruklayarak.  Şehri Unutan Adam’da neden unuttuğunu gösteren tipler çıkıyor ortaya. Sait Faik’in öykülerindeki tipler günlük yaşamda karşılaştığımız, ruhumuza sıkıntı, rahatsızlık veren tiplerdir kimi zaman. 
 Yazarın bunları yazarak ruhunu hafiflettiğini de keşfettim zamanla. Üçüncü Mevki adlı öyküyle trende buluveriyorsunuz kendinizi. Vagonun içindekilerin gözlerinde Sapanca gölünü izliyor, Kasımpaşalıyla Kayseri’ye yol alıyorsunuz. Karşınızdaki köylünün uzattığı domatesi paylaşıp, küçük çocuğun saçlarından aldığı masumiyetle uykuya dalıyorsunuz. Garson niçin garson olduğunu fısıldıyor, araya sıkıştırdığı Fransızca sözcüklerle, bir sonraki öyküde.  Bir Takım İnsanları anlatmış, bu öykü ”Hakiki Hayat Sahneleri” adı ile 1940’ta yayınlanmış Yeni Adam isimli dergide. İstanbul’un kışının bazen ne kadar uzun ne kadar bitmez tükenmez bir afet olduğunu söylüyor. Benimle Beraber Seyahatten Dönenler adı altında yayınlanan öyküler, yazarın yurt dışı seyahatlerinde hayat bulan öykülerdir. Sevmek Korkusu, hangi meçhul kadındı Sait Faik’i dağ şehrinden arkasına dönüp bakmadan ayıran diye düşündürüyor. Louvre’dan Çaldığım Heykel adlı öyküde Louvre’u Galatasaray resim sergisini gezer gibi gezdim diyor. Heykeli çalışını öyle güzel betimlemiş ki müzelerden, sergilerden çaldıklarımı hatırlatıyor bana. Robenson’la anlattıkları dünyadaki yerimizi sorgulattırıyor, insanoğlunu, denizi, limanları, benzerliklerini. Kitaptaki en uzun öykü İhtiyar Talebe, Sırp bir gencin savaşta yara alan ruhunu anlatıyor. Bir Vapur son hikâyesi kitabın, Fransa’ya tahsile giden gençleri, gemideki yolcuları, Tadla’nın güvertesinde yıldızların altında, Allah’a güvenerek müsterih bir çocuk uykusuna dalışını. 

Kitapta bulunan İpekli Mendil yazarın henüz lise yıllarında yazdığı bir öyküdür. Öyküler ilk olarak Varlık dergisinde (15 Nisan 1934) yayınlanmıştır.  Öykülerinde konu ve olaydan çok şiire ve etkiye en uygun zaman parçalarının üzerinde durmasını seven, bu dramatik anları incelemekte büyük başarı gösteren Sait Faik bir İstanbul hikâyecisi idi. Kaderlerine eğildiği, düşüren, düşürülmüş insanlarda çok kere kendi sıkıntı ve avareliklerinin dramını yaşadı. Çalışkan, işinde gücünde insanlar gördükçe, şehirden, kalabalıklardan sevinç duydu; kötülüklerle karşılaştıkça kırlara, kıyılara, sakin tenha adalara (Burgaz, Hayırsız Adalar); balıkçılara sığındı. Ada ve deniz öykülerinde kahraman sayısı az ve belli, şehir öykülerinde ise dikkati dağıtacak kadar bol ve çeşitlidir. Sait Faik yığınlar içinde gizli dramları bulup çıkardığı gibi tabiat senfonisini de derinlere işleyen bir ustalıkla yaşatmasını bildi. Kalemini güzelliklerin hakkını aramak, vermek, göstermek uğrunda kullandı. 

Nurten Yurt
Images

KALABALIK DAKİKALAR

  


Kalabalık zamanların harfleriydi onlar. Suskun bir köşeye çekilip oturamazlardı.  Senfoni olmak adına karışıp dururlardı aralarında. Gürültü çıkarmak, ses getirmek isterlerdi. 

Olay yazardı, ünlemler sıraya girerdi Noktalar ardı ardına dizilir, soru işaretleri bir köşede beklerdi. 

Merak galip gelir, kaos ortamında dizilirlerdi. Öfke, kan, şiddet revaçtaydı ya; kimse sayfaya bakmaz okumazdı. 

Şefkat, Sevgi, İlgi özlemle beklenirdi. Ayraçlar açılırdı. Dendenler satır, satır yazılırdı. Sözcüklerin senfonisinde kaybolmak güzeldi.  Kalabalık sözcükler değil, sakin naif imgeler özlenirdi. Dokunduğunda tuşlara bir bir ardı sıra dizilirdi.

.......

Keyfi keder uzanmıştı ya sesi duyar duymaz fırladı. Pencereyi açtı, sokaktaki insan karmaşasına seslendi.

Neler oluyor orda?

Kalabalık bir anda dağıldı. Kimdi bu? Böyle naif bir bağırtı.

Zarifçe uzandı, boynunun çıkıntısını okşayan elin teması içini titretmişti. Gevşedi, teslimiyet bu demekti. Yasak da olsa bıraktı kendini. Bunca zaman duygularına gem vurmak öylesine germiş tiki, kopmak üzereydi. 

Gülümsemesi dudaklarında kalmasın tüm vücuduna yayılsın istiyordu. Gevşedi, bıraktı kendini. Elin boynunun üzerinde gezmesi ilerledi, şahdamarının üstünde durdu. Ateşi, kanın akışını hissetti. Ağırlığı değil çılgınca hafiflikte kelebekleri.

Soramadım? Sana dokunmam bu kadar etkiliyor muydu? Rahatsız etmek istemiyorum, kırılmanı da, yine de sana dokunmadan duramıyorum. Öylesine naif, durusun ki. Bu kadar yakınken uzak olmana dayanamıyorum. Sarılmak ve hiç bırakmamak, beni hissetmeni istiyorum. 

Köşe başı beklemek gibi, akıp gidemeyen yağmur taneleri. Hiç sevmem beklemeyi yordu beni yaşanmayan yaşanmışlıklar. Gidemiyorum da takıldım kaldım. Sözcükleri savurmak adına mıydı, yazılmamışlar. 

Saklı gizli yaşamak istemem. Aleni apaçık olmak en güzeli, sevmenin günahımı olur. Bulutlar her şeyin farkında, sonra deniz, yıldızlarda.  

Yazma halleri bütün bunlar, keyifle akıp gitmiyor sözcükler. Zarifçe kalem, kağıtta güzel, soruyorlar hep bir köşe başında. Gülümseyerek , yumuşakça çiziyorum oluşuyor , bir de bir araya gelip akıverseler...

Nurten Yurt

(Pandemi de Yazı Çalışmaları)

Images

O ZAMANLAR

 
   O zamanlar, sarı saçlı, mavi gözlü devin, yetiştirdiği hayvanlar pek bir özeldi.  Yaşadığı yerden, kullandıkları malzemelerin yaratıcılığına ve yiyecekleri inanılmazdı. Komşularımız inanamaz, bu tuhaflıklara şaşkınlıkla itiraz ederdi. Evin büyük balkonunun altında kümes vardı . Bu kümes hatırladığım kadarıyla eğilerek girilecek bir yükseltide olmasına rağmen, babam toprağı kazıp, mıcır taşlara karıştırması sonucu bir insanın rahatlıkla gezebileceği bir yer olmuştu. İçeriye ışık girmesi için iki pencere açmış, tellerle kaplamıştı. Tavukların tüneklere ulaşması için, Ihlamur ağacı dallarından merdivenler yapmıştı. Akasya ağacından tünek kazıkları ki, hatırlarım bu kazıklardan biri toprağa çakıldığı için köklenmiş ve mevsiminde yapraklanıp çiçek açmıştı. Gelelim tüneklere, eski sandıklardan, sepetlerden, beşiklerden tünekler vardı.
    Bu tüneklerin en ilginci hiç kuşkusuz şimdi markasını hatırlama samda, çocukluğumun saatlerce karşısına geçip arkası yarın adlı piyeslerini merakla beklediğim radyo idi. Ön cephesi hasırdan, yanları parlak ahşap, tuşları ve iki yanda düğmeleri ile bir radyonun içine samanları doldurmuş folluk yapmıştı.
    Babamın tavukları da bir acayipti zaten nasıl olmasın, su içtikleri yalak bozması  yüz yıl öncesi bir saraydan çıkma lavabo idi. Kümesleri bir ev boyunda, güneş alan, tünek kazıkları akasya ağacından, biri canlı ve çiçekler açıyor. Bu tüneklere ıhlamur ağacından yapılmış merdivenlerle ulaşılıyor. Folluklar beşik, sepet ve radyo.  İnanın kırıta kırıta bir kurumla çıkarlardı ki o merdivenleri görseniz altın yumurtlayacak sanırsınız. Gıt gıt gıdak ne o yumurta yapacak. Kümesleri de yetmezdi onlara, merdivenlerden balkona çıkar.  Balkondaki mermer masanın üzerindeki kahvaltıma rahat vermezlerdi. Ben sinirle bir, iki kovalar üçüncüde birini yakalayıp hırsla balkondan aşağı savururdum. Sersemleyen tavuk gün boyunca tavukluğunu unutup hindi modunda gezmeye başlayınca babam telaşlanır. Kargalara kızar, sularını ilaçlar, kümeslerini kireçler. Tabi tüm bu angaryalardan payıma düşeni yaparken daha bir hırslanır, diş bilerdim. Tavuk kendi moduna geçmeyip hindilikte ısrar ederse şansı yoktu. Hemen kesilip bir komşuya ikram edilir, ya da annemin gönlü yumuşatılıp akşam yemeği olarak sofrada arzı endam ederdi.
 O zamanlar Bermuda Şeytan Üçgenini merak ederdim. Birde Kızıl Maskeyi, Mandreke nin nasıl olup aynanın diğer tarafına geçtiğini de. 
 O zamanlar kışın boğazın üstünde bir hafta boyunca duran o siyah bulutu da çok merak etmiştim. Maya ile kaptan körkün mr.spak'la bulutun içinden inip bahçeye ışınlanacağını bile yazmıştım.  Köprünün üstünden gökyüzüne ulaşan rengarenk ışıklar içindeki uzay araçları vardı. Mantar biçiminde ve kırmızı noktaları olurdu.  Yaz gecelerinde parlayan yıldızlarında  isimleri vardı. En parlağı kutup yıldızı değildi. Büyük ayı, küçük ayı çocukların yutacağı bir hikayeydi.  Kül rengiydi, Kartopuydu, Dumandı. Patraş, Tilki, Alaca, Bambi, Karaburun, Kalem, Cici, Yaman, Karabaş,Suşiydi. 
 Tüm bu yıldız isimlerinin sebebi uzaya gönderilen köpek Laikaydı. Onun hikayesini hiç unutmadım, aya her baktığımda onun ruhunu orda hissederim. Bu yüzden gökyüzündeki yıldızlara köpeklerimin ismini verdim. 
O zamanlar ağaç tepelerinden inmezdim. Şeker kız Candy, Çalıkuşunun Feridesi misali.  Dizkapaklarım hep yara bere, kollarım çizik içinde. Salıncak vazgeçilmezim. Volan vurmak ezberimdi. Akasyalar açarken boğaza karşı uçmanın tarifi yok. Yıldızlı gecelerde, hamak içinde şarkı söylemek pek bir güzeldi. Beni hep bu güzel havalar mahvetti. Şairlerin dizelerinden gökyüzüne bir merdivenim vardı. Kırgın ruhumla saklandığım sayfalar sarıp sarmalardı. Tom amcanın kulübesi, Şeker Portakalı, Tom Sawyerın maceraları, Küçük Kara Balık, Kaf dağının ardındaki Zümrüdü Anka olmak bilgi ağacındaki her bilgiyi yalayıp yutmak. 
O zamanlar diz boyu karlar vardı. Kartopu savaşları, kızaran burunlar, soğuktan donan parmaklar. Yine de bütün çocuklar sokaktaydık. İç içe kucak kucağa oynamaktaydık. 
O zamanlar, kardan adamlar adam gibi adamdı. Sabahtan akşama cıvıyıp erimez, günlerce dimdik ayakta kalırdı. Hayat zordu, insanlar zoru kolay yapmanın bir yolunu bulurdu. Umut hep vardı, karanlık gecenin sonunda güneş doğardı. Boğazın dalgası, ayazı hiç eksik olmazdı. Gemiler batar, deniz haftalarca yanardı. 
 O zamanlar leylaklar nisanda, güller mayısta açardı. Yediverenler hariç, karda açan bir gülüm vardı. Merdiven başında beyaz çiğ taneleri koklardım yapraklarında. 

Nurten Yurt

(Yedi yılda tamamlanmayan yazılardan)