Images

Okuyan İnsanlar

                    
  Bir kitabı okurken, her ne kadar onun kurmaca olduğunu bilsek te, zihin o kitabın sayfaları arasında ilerlerken tıpkı yaşamın içindeymiş yanılsamasına girer. Kitap bittiğinde, öylesine kalıveren, keşke hiç bitmeseydi orada sayfaların arasında kalsaydım diyen pek çok okur tanıdım.
TIME dergisinden Annie Murphy Paul, bu tarz bir okumaya "derin okumak" ismini veriyor. Birçoğu o kurmaca dünyanın büyüsünden çıktığında gerçeğe yakınlığını sorgular. Yüz yıl önce yazılmış kurgu dünyaların ve karakterlerin aslında günümüz insanından pek de farkı yok. Zamanla değişen ihtiyaçlar, ideolojiler ve doğa. İnsan duyguları ve ihtiyaçları ise aynı kalıyor. İnsanlar giderek derinlemesine okumayı bırakıp, sadece yüzeysel olarak göz gezdirdikleri için, unutulmaya yüz tutmuş bir okuma türü ortaya çıkıyor.

   York Üniversitesi'nden Psikoloji öğretim üyesi Raymond Mar ve Toronto Üniversitesi'nden Bilişsel Psikoloji profesörü Keith Oatley'in 2006 ve 2009 yılları arasında yürütmüş oldukları çalışmalara göre, kurmaca okuyan okurların duygudaşlık kurma ve zihin kuramı konularında öne çıktığı gözlendi. Yani, bu tarz okurlar başkalarının düşüncelerini de göz önünde bulundurmayı ihmal etmiyorlar. Kendi fikirlerine karşıt diğer fikirleri de reddetmeden kıyaslama yetisine sahipler.

  Okuyan insanlar, yüzlerce ruha ve bilgeliğine bürünebilirler.
Images

Şehri Hayal Etmek

       
   İstanbul'u Hayal Etmek ; Sanattan Hayata İstanbul Temsilleri adlı Sempozyumdan bende kalanlar.

   Bizans ve Osmanlı'da İmparatorluk şehri olan İstanbul'a bakış ve Dünya Başkenti sorgulaması ile Koray Durağın görüşlerinden Konstantinapolis'in Orta çağ Halklarınca Temsil edilişini dinledik. Günümüze kalan bir kaç eserden izleyebileceğimiz serzenişlerle.

  Konuşmacı Hatice Aynur Divan Şairinin İstanbul Tahayyülünü anlattı. Galata'nın Kalata olduğu, şehrin bir çok farklı medeniyet içinde bir bütün olarak yaşayışını, dönemin şiirlerinin mısralarından takibiyle açıkladı. Aşık-ı İstanbul, Galata yı sevgili- kafir olarak tasvir eden şiirlerin açılımını anlattı. Avni'nin, mısralarına dökülen dönemin şehir hayali.

  Çiğdem Kafesçioğlu Osmanlı İstanbulunda Sokağı ve Meydanı Resmetmek konusunda resimlerle açıklamalar yaptı. Perspektif, bakış açısı. Minyatürlerin inceliklerinden şehrin hayal edilirken tarihin gerçeklerinin nasıl göründüğünü açıklamalarla, seçtiği resimlerden izledik.

   İstanbul'u Şehvetle Hayal Etmek konusunu Irvin C.Schick sunacaktı. Anlatıya geçmeden on sekiz yaş ve Kösnül* uyarıları ile konukları gülümsetti. Aziyâde- Piyerloti deki şehvetden başlıyarak, doygun cinselliğin sızdığı Haremde dolaştırdı dinleyicileri. Hubanname* den, örnekler, , Apdülhamit ve Afrodit açılımı, baskıcılıkla toplumun verdiği tepkilerin sonuçlarını anlattı.
Images

Yeşil Palto


Gökyüzü kararmıştı. Şimşekler çakıyordu, gök gürültüsünden çok korkardı. Zil çalınca paltosunu almak için hızla koştu. Kalabalığın arasında paltosuna ulaşmak için çabalarken, annesini gördü. Onu almaya gelmişti. Sevinçle uzandı ona. Anne yeşil paltoyu çocuğa giydirdi. Paltonun ağırlığı çocuğun omuzlarına çöktü. Annesi onu almaya gelmişti ya.. Anne paltonun düğmelerini boğazına kadar sıkıca ilikledi. Çocuk bunaldı, terledi. Boğazına kadar kapanan düğmeler, nefes almasını zorlaştırıyordu. Anne elini uzattı çocuğun avucunu eline aldı. Anne mutluydu, yürüyordu çocuğunun eli elinde.          Çocuk ağır paltonun altında bıkkın ruhsuz. Gök gürültüsü korkusu yok olmuştu, annesini izledi mutluydu surat ifadesi. Eli sıcacık avucunda, ağır palto boğazına kadar iliklenmiş sırtında, yürüdü annesinin yanında.

Nurten Yurt
Images

Meydan


Meydanın gerçekliğini yitirmiş beton görüntüsünü izlerken  üzüldüğümde kokuyla gelen görüntülerim.  Köşedeki betonun üstünde ahşap ve camdan oluşan bir gazete bayii var. Ahmet Aga'nın kulübesi. Yetmişlerin siyah önlüklü öğrencisi giriyor kapısından. Tahta bankın üzeri yeni gelmiş mecmualar ve çizgi romanlarla dolu olduğu zaman sevinçten ağzı kulaklarında, bir köşeye ilişiyor sessizce. Ahmet Aga ses etmiyor gelene. Mevsim kışsa dışarı çıkıp teneke içinde sandık parçalarını yakıyor, köz haline geldiğinde kulübenin içine alıyor tenekeden mangalını. Öğrenci elindeki mecmuanın içinde yitip gitmiş çoktan. Harçlıklarının hepsini almaya yetmemesi mi, delicesine okuma merakımı onu buraya çeken? Saatlerin nasıl geçtiğinin farkında bile olmuyor. Eve geç kaldığından, annesinden tembihli, saati hatırlatıyor. Duymuyor onu, çizgi romanın içinde yitip gitmiş, tekrar seslendiğinde kaldırıyor başını. "Tamam, bir kaç sayfa kaldı" başını sallayarak çıkmadan, "fırına gidiyorum, gazete isteyen olursa verirsin" deyip çıkıyor.

Romanı bitirip kapağı kapattığında, kulübenin küçük camından uzanan elin farkına varıyor. İstenilen gazeteyi uzatıp parayı yerine koyduktan sonra, yeni gelen mecmuaların sayfalarını çeviriyor. Avni onun en sevdiklerinden, bu haftaki maceralarına gülümsüyor. Karikatürlerin mizahının ince detaylarında çizgilerin güzelliklerinde kayboluyor. Doğan Kardeş, Milliyet Çocuk ve Seksek onları ayırıyor, ödevleri bitirdikten sonra evde okunacaklar. Ayak parmaklarını hissetmediği, soğuktan burnunun yok olduğunu anladığı zaman gitme vakti gelmiştir. Ahmet Aga'ya dergilerin parasını uzatıp teşekkür ediyor. Kızgınlıkla söyleniyor " Geç kaldın yine anan söylenecek bana" sırtlandığı çantayla meydanı koşarak geçiyor önlüklü öğrenci.
Images

Edebiyat Gerçektir

 
Gün Işığı Kitaplığının sunduğu Zeynep Cemali Edebiyat Gününün dördüncüsüne katıldım. Bu günden aklımda kalanları paylaşmak istedim.

     Çağdaş çocuk edebiyatımıza ödüllü kitaplar armağan eden, fantastik eserleriyle sevilen usta yazar Nazlı Eray, açılış konuşmasında Edebiyatın bu gününden ve ilk öyküsünden bahsetti. On altı yaşında M.Hristo olarak yazdığı karakterin apartmanın yaşlı kapıcısı olduğunu, karakterini şehrin üzerinde uçurttuğu zamanlarda Süpermen’in olmadığını hatırlattı.(Öykü dünya antolojilerinde yer almış ve gerçeküstücü akımını temsil eder.)  Öyküyü yazıp zarfa koyduktan sonra, okuduğu okulun Edebiyat bölümünün kapısının altından atma cesaretini nereden bulduğunu bu gün bile bilmediğini söyledi.
Arthur Rimbaud’un şiirlerinin üzerindeki etkisiyle yaşadığı rahatsızlığı nasıl yendiğinden, Mösyö Kristo Kontunun Nebile’nin öyküsüne nasıl dönüştüğünden bahsetti. Belleğindeki İstanbul’u eserlerine nasıl geçirdiğini anlattı.
  

Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı, yayıncı, eleştirmen, şair Metin Celâl TÜSAK’ın sektöre yansıyacak olumlu ve olumsuz yönlerinden bahsetti. Yayıncılığımızın 47.319 çeşit başlıkla dünyada 13. Sırada yer aldığını, listenin 20 ülkeden sınırlı olması ve bu 20 ülkenin dünya yayıncılığının % 80 nini üretmesi de başka bir tezat olduğunu açıkladı. Dijital yayıncılığın dünyada beklenen pazarı oluşturmadığını, gelişen pazarlarla yayıncılığın geleceğinin umut verici olduğundan bahsetti. Sertifikalı 9000 in üzerinde yayın evinin geleceğe umutlu bakmasından yana olduğunu zira tüm olumsuzluklara rağmen, ilk dokuz aylık veriler göz önüne alındığında 2014 de %9,6 büyüme gösteren bir pazar olduğunu açıkladı. Devletin edebiyata destek projelerinden yararlanılmasından bahsetti.
Images

Sarmaşıklı Yalı

Ah! Ah! Sızım sızım sızlıyor yanlarım,  mart güneşi de ısıtmıyor. Ağustos bir gelse de güneşiyle sarsa bedenimi belki o zaman, kışın ve denizin rutubetli ağrı sızılarını atarım üstümden. Bir taraftan boğazın hırçın dalgaları, bir taraftan lodosun acımasızlığı içime işledi de, her köşemden ayrı bir name yükseliyor rüzgârla. Büyükhanım söylerdi de anlamazdık, başa gelince anlaşılıyor. Zor zanaatmış yaşlılık. Hayatın değerini tamda anlamışken, keyfini çıkaracakken bu kez de beden rahat vermiyor insana. Kürek mahkûmunun ayağındaki pranga derdi yaşlılık için ne doğruymuş.

Hah! Bak yine başladı işte; yüzsüz İncir Ağacı, rüzgârı bahane edecek bilirim ben onu, o kocamış dalları ile bedenimin zaten en hassas yerlerine sırnaşmakta utanmazca.

“Çek şu dallarını, ah ah rahmetli Şaban Ağa olacaktı ki şimdi; bir güzel budayacaktı senin o kocamış dallarını bende bir rahat ederdim ki.

Ağaç dediğin şöyle dimdik durur ayakta, dalına yaprağına da sahip çıkar. Ne o öyle her rüzgârda edepsizce sırnaşmalar, hele birde o yapış yapış sütün yok mu midem bulanıyor, yeter artık.”

“Ah be Yalı Hanım, nedir bu öfken anlatırım anlamazsın öyle uzadı ki dallarım, uçlardaki genç dallara sahip çıkamıyorum. Her rüzgârda gelip sürtünürler sana derileri soyulur, sütü akar içim sızlar ama elimde değil. Hem sen dünya ahret bacımsın hiç öyle terbiyesizliği düşünebilir miyim? Allah rahmet eylesin Sarmaşık Efendi; seni bana emanet etti. Bilmez misin sana olan saygımızı daha dün gibi yaşadıklarımız hürmetimiz başkadır, sana da yaşananlara da.”

“Ah, Ah! ya neydi o yaşadıklarımız bak şimdi nerde ne haldeyiz.”

Ne güzeldi o hayatımın ilk yılları balta girmemiş ormanlarda yaşayan gencecik bir Abanoz ağacıydım. Dertsiz gamsız yanımda sevdalım dallarımız iç içe, birbirimize âşık geçerdi günlerimiz. Bedenimde hissettiğim ilk acıyla zor günlerde başlamış oldu, kestiler bütün bir ormanı. Yan yana toprağa serilmiştik sevdalımla dallarımız kırılmış birbirine karışmıştı, zor oldu ondan ayrılmak köklerimle beraber yüreğim ide bıraktım o ormanda sanki. Birçok ağaçla birlikte gemilere yüklenip karanlık ambarda günlerce yol alırken sevdalımda yaşadığım ormanda bir hayaldi artık. Getirdikleri fabrikadaki hızarlarla kesilip parçalanırken acı bile duyamıyordum, bin bir çile ve zahmetten sonra kendime geldiğimde gördüğüm boğazın maviliği, hoyrat dalgalarıydı.

Rahmetli Cevdet Paşa Çengelköy’deki bu Yalının yapımına çok özenmiş, zamanın en görkemli yalısı olması için elinden geleni esirgememişti. Yalının dış cephesinin en dayanıklı ağaç olan Abanoz ağacıyla kaplanmasını istemişti. Hayatımın geri kalanında kıyısının çengel şeklinde olması nedeniyle Çengelköy adını alan bu küçük köyde boğazın dalgalarıyla arkadaş Yalı’yım ben.

 Ne ihtişamlı ne göz alıcıydım gençliğimde, bir bakan döner bir daha bakardı. Cevdet Paşa temel atılırken iki deve kestirmiş kanını da tahtalarıma sürmüştü, ilk kan tadını da öyle tattım. Pencerelerimin camları Venedik'ten getirilmişti, balkon pergolalarım için ustalar aylarca uğraşmışlardı. Güneşin ışıklarıyla boğazın yakamozları dans ederlerdi pencerelerimde. Yeni gelin misali kurumlanır, kimselere yüz vermezdim. Aklımda yüreğimde sevdalımdaydı, o nerelerdeydi acaba nasıl bir hayat yaşıyordu; nerden bilebilirdim başıma gelecekleri.

Rahmetli Sarmaşık az çekmedi benden. Gençti, sevdalıydı, ıfıl ıfıl sarıverdi bedenimi. Dayanamadım gönlüm kayıverdi. O da bana bir yaşam sevinci hayat verdi, Sadık bir sevdalıydı bütün bedenimi kapladı nazikçe, hiç üzmedi hep korudu beni. Kışın soğuğundan, rüzgârından. Yazınsa güneşin yakıcı sıcağında yapraklarıyla, serin serin ferahlattı içimi. Zamanla öyle büyüyüp gelişti ki sevdamız adımız Sarmaşıklı Yalı diye anılır oldu.

O günü hatırladıkça titrerim hala, hem özlemle hem de pişmanlıkla; akşam karanlığı çökmekteydi boğazın üstüne, sisli bir bahar akşamı. Sarmaşıkla dertleşip yalının insanlarının seslerini dinliyorduk ki acı acı öten gemi düdükleri karıştı seslere. Aman Allah’ım o da ne sisin içinden dev gibi bir karanlık üstüme geliyordu.
 Çarpmanın şiddeti, duyduğum acı, ev halkının çığlıkları, sarmaşıkla kaplı bedenimin çatırtıları sanki hepsi bir rüyaydı, ben kendimde değildim. Daha sonralarında çok düşünmeme rağmen hissettiklerim acıdan çok şaşkınlık ve özlemdi, bana çarpan tankerin ahşap kaplamalarıyla iç içe geçen bedenim benden önce tanımıştı O’ nu sevdalımdı, ormanımdaki ilk aşkım Abanoz ağacı. Kaderin böylesi ya oluyor işte yıllar sonra bu kazada ilk aşkımla kıymık kıymığa iç içe geçmiştik; farkına vardığımda her yanım tir, tir titriyordum. Zavallı Sarmaşık aldığı bütün yaralara rağmen bana teselli vermeye çalıştı önceleri, sonra yaşadıklarımı anladığından olsa gerek sustu büsbütün. Acı ve korkudan çok hissettiklerim dayanılmaz bir özlem ve vuslattı. Bir gece boyunca dertleştik Onunla iç içe sabah olmasın güneş doğmasın diye ne çok dua etmiştim.

Hain güneş, hiçe saydı duygularımı, hasretimi göz ardı edip ışıklarını gözümüze soka soka doğdu inatla. Güneşin doğmasıyla ilgi odağı olduk herkesin, hem denizden hem de karadan bir sürü insan meraklı gözlerle bizi izliyorlardı. Görevliler daha fazla hasar olmadan tankeri nasıl çekebileceklerinin hesaplarını yapıyorlardı. Güneşin ışınları yetmezmiş gibi birde gazetecilerin flaşları patladı üzerimizde. Öğleye doğru ayrılırken sevdalımdan duyduğum acıyı tarif edemem dayanamadım onun ardından birkaç parçamı da yolladım boğazın sularına. Kulaklarımda Onun çınlayan sesi olmasa bu günleri görür müydüm bilmem. "bekle" demişti.
 "yine geleceğim".

 Güya tamir ettiler ahşaplarımı, boya, cila derken bundan bende Sarmaşık ‘ta etkilendik. Herkes kazaya yordu Sarmaşığın günden güne sararıp solmasını ya bir ben biliyordum onun içindeki acıyı, günlerce konuştum ne diller döktüm yine de anlatamadım. Sevmek zor zanaat hele sevdiğinin senden başkasını sevdiğini görmek daha da zor olsa gerek. O kahrolası gazetelerde ateşe körükle gittiler zaten. Kazanın ertesi günü İstanbul sokaklarında gazeteci çocuklar az bağırmadı
“ Yazıyor! Yazıyor! Çengelköy’deki Yalı'ya çarpan tankeri yazıyor.” diye.
 Boy boy resimlerimiz çıktı gazetelerde. Bütün bunlara can mı dayanır? Her gün biraz daha gevşedi çöktü Sarmaşığın bedenimi saran dalları sarardı soldu. O kışı geçirip baharı göremedi.

Bunca yıldır yapayalnız, rüzgâra, dalgalara, acımasızlığa, terk edilmişliğe rağmen bekler dururum. Her gemi düdüğünde, üzerime gelen, geçen tankerle titrer dururum, söz verdi bir gün gelecek bilirim.

“İşte tüm bunları beraber yaşadık işin iç yüzünü bir sen bilirsin incir ağacı. Ama şimdi herkes öğrenecek, hakkımda neler düşünecekler diye üzülüyorum. Bütün bunlar, O Yeşim denen kadın yüzünden yok İstanbul'u yazıyormuş ta, yok Çengelköy’ü yazacaklarmış da ne gerek vardı cesaretlendirdi bu deli kızı. İfşa etti bütün geçmişimizi.

“Yok, be Yalı Hanım, Yeşim Hanım suçsuz.  Kabahat bu kalemi doymayan deli kızda,çengeli yazacağım dediğinde, yazacaksan bizim rahmetli Sarmaşıkla aramızdaki nükteyi yaz dedim. Dinletemedim, yok kısaymış,  illa da bir Yalı hikâyesi yazacakmış.”

“O nüktede neymiş ayol.”

“Bilirsin canımda unutmuşsun her hal dur anlatayım da gül biraz.”
 Rahmetli Sarmaşıkla atışır dururken onun Çengelköy benzetmesidir. Bilirsin yıllar evvel çengel sırtlarının çoğu salatalık bostanlarıydı. Salatalıkların olma zamanları, havayı mis gibi salatalık kokuları kaplardı. O günlerden birinde Sarmaşık Efendi seslendi:

 “Kokuyu duyar mısın incir ağacı bir tarafta mis gibi salatalık kokuları, diğer taraftan denizin tuzlu havası hani diyorum şuradan Hoca Nasreddin çıkıp gelse elinde Kanlıca yoğurduyla sahile bir maya çalsa oldu mu sana Çengelköy bir cacık.”
Nurten Yurt                                                                       2010- İstanbul'u Yazıyorum- Çengelköy
Images

Doğanın Mucizesi

Anadolu Dağcılığın düzenlemiş olduğu Doğaya Yürüyüş adlı bir etkinliğe katıldım. Doğanın gittikçe uzağında kalmış olduğumuzu, şehrin içinde kaçmaya çalıştığımız doğanın ise bizler tarafından yaratılmış bir doğa olduğunun farkına varmama sebep oldu bu yolculuk.

Yolculuk sabahın erken saatinde bindiğim midibüste tanıştığım değişik yaş ve meslek grubundaki insanlarla tanışıp sohbetle başladı. Doğayı ve yürümeyi seven insanların birlikteliği, paylaşma güzeldi. Feribotla Yalova’ya doğru giderken Körfezin martıları karşıladı bizi. Sabahın erken saatlerinde iki mavi arasında özgürce kanat çırparak nasiplerini arıyorlardı. Şaşırmış bellekleriyle balığa değil Simit’e pike yaparak. Martı bu nereden bilsin doğası gereği bırakıverdi pisliğini, turun rehberi temizlenmeye giderken şakalar çok güzeldi. İnsanoğlun şaşırttığı kuşların pisliğinden şans deyip, nasip aramaya kalkışması başka bir komedi. Yol boyunca sohbet gece yağan yağmur, yol güzergâhımız, toplamak istersek kestanelerin yolumuzun üzerinde olacağı üzerineydi. Araç bizi Çınarcık –Hasan Baba’da bırakınca yola koyulduk. Hava mis gibiydi, önümüzde ıssız ve bakir bir orman uzanıyordu. Yol boyunca böğürtlenler, koca yemişlerden nasibimizi alarak sohbet ederek ilerledik. Grup öncü orta ve artçı olarak devam ediyordu yürüyüş hızıyla. Ormanın iç bölgelerine girdiğimizde gece yağan yağmurun etkisiyle topraktan çıkan onlarca renk ve çeşitte mantarla karşılaştım. Mantarlar doğası gereği su ve bol oksijenin olduğu uygun bitki örtüsünde var olabiliyorlar. Yaprakların, çürümüş ağaç köklerinin, toprağın içinden fışkıran bu masum görünüşlü mantarların çoğu zehirli olmasına rağmen hala bilemediğimiz ilaçların hammaddesi olabileceğine inananlardanım. Doğanın verdikleri ve değerlendirebildiklerimiz içinde en çok düşünülmesi gerekenlerdir.
İlaç şirketlerinin bir yere kadar yararlandıkları anlık var olabilen mantarlar bana şehirdeki mantar gibi bitiveren camdan kuleleri düşündürdü ister istemez. Kendi mantarlarımızı kendi hırslarımız, ya da zorunluklarımız için yaratırken zararını ne kadar düşünebiliyorduk? Kaçabileceğimiz doğanın gittikçe yok olması, uzaklaşması ve bizim üzerimizdeki etkileri görülüyordu bu doğal ortamda.