Images

Dönüşüm

Kafka'nın Dönüşüm adlı kitabıydı bu ay ki kitabımız. Thyke 12 olarak altı kişi Kadıköy Balon Cafe de buluştuk. Pırıl pırıl bir güneş ve mavi gökyüzü altında, denizin kokusunu soluyarak paylaştık kitabı.

Images

Size bıraktım

Boşluk, tarifi imkansız bir boşluk vardı. Zamanın olmadığı her yeri kaplayan bir boşluk, bir şeyler yapmalı bu boşluğu doldur malıydım. Birden peydah oldular, ne olduklarını anlamlandıramadığım şekilller. Zamanın olmadığı bu boşlukta, bir şeyler yapmalı, bu şekillerle bir anlam yaratmalıydım.

Ne idüğü belirsiz şekillerle, geometriden yararlanarak boşluğu doldurmaya çalıştım. Tüm şekilleri denedim, üst üste koydum, yanyana dizdim, karıştırdım olmadı. Bildiğim tüm geometri şekillerini denedim, ne bir üçgen oldular, ne kareye benzediler. Küp, piramit, beşgen, sekizgen,daire nafile hiç bir şekle girmediler. Hatta bu boşlukta zamanda yok ya yeni bir şekil bile keşfetmiş olabilirim. Anlamsız boşluk öylesine duruyordu, şekillerde, belki de suçlu zamandı.
Yılmadım uğraştım, acıktığımı hissettim, ne yani zamansız boşlukta acıkmaz mıydı insan? Koca bir ateş yaktım, bir de tencere belki bu şekilleri pişirip açlığımı gidere bilirdim. Tüm şekilleri tencereye attım, suyunu, yağını, baharatını da kattım, tuzladı m. Tadına baktım hiçbir şeye benzememiş, kimi boğazıma takıldı, kimi katır kutur bir işe yaramadı. Açlığım la baş başa koca boşlukta bir işe yaramayan şekillerle zamansızlıkta.
Sessizliğin farkına vardım, belki bir ses, melodi duysam dolacaktı bu boşluk. Şekilleri alıp birbirine sürttüm, üfledim, vurdum, her yolu denedim çıt bile çıkmadı. Boşluk gittikçe büyüyordu, zaman da yoktu, hiçbir anlam katamıyordum bu şekillere.
Hemen bir şeyler yapmalıydım boşluğun beni yutmasından korkuyordum. Eksem çiçek olabilirler miydi, kök salabilirler miydi bu boşluğa. Şekiller umutsuzluğumu körüklüyor, boşluk gittikçe büyüyor, zaman yok. Çıldırmanın eşiğine gelmiştim ki, bu şekillerle yapabileceğim en anlamlı şeyi yaptım.
-Efendim ne dediniz? Zaman mı?
-Zamanı size bıraktım...

Nurten Yurt.
Images

Bir düşün içinde düş

Alnına konsun bu öpüş
Ve,şimdi senden ayrılırken,
İtiraf edeyim ki
Günlerimi bir düş
Sayarken yanılmıyorsun;
Ama ,Umut gitmişse uzaklara
Bir gece ya da bir gün
Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
Fark eder mi bu yüzden?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düşün içinde bir düş.
Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum:
Ve altın kum taneleri tutuyorum avucumda
Images

Haluk'un bayramı

Baban diyor ki: 'Meserret çocukların, yalnız

Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;

Fakat sevincinle

Neler düşündürüyorsun, bilir misin? ... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu ru-yı zerd-i sefalet... Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor... Halûk, dinle!
Tevfik Fikret
Bayram deyince aklıma bu şiir gelir nedense, herkese iyi bayramlar dileğiyle..



Images

ÖZLEDİM

Bir paket sevgi çıkagelir kırk yıl sonra tam da en ihtiyaç duyduğun anda. İstemezsin, kızar, öfkelenirsin hatta deneyimli sindir, kaybedersen çekeceğin acıyı bilirsin. Farkında olmadan bağlanır, seversin hatta onun mırıltıları olmadan nasılda uyumuşum diye düşünürsün. Kırk yıl öncesi masum çocuk uykularının tadını bir tüy yumağının verdiği huzuru hatırlarsın. Sonra küt yine aynı masal bırakıp gider seni, acıdan uyuyamazsın, onu bulmak için her yolu dener, mecnun bir halde insanların alaycı bakışlarına aldırmadan pisi, pisi Mülayim diye her köşe başına, kuytulara seslenirsin.

Images

Yazmak zamana müdahaledir

Onun yazını, birçokları için, büyülü bir kapan; gölgelerle geçmiş ve gelecekle, yalnızlıkla, şiirle ve felsefeyle dolu. Türk edebiyatında varoluşu ele alan yazarlar arasında en önemli isim, zamanla, mekanla hiç korkmadan oynayabilen bir romancı, hatta bir şair. İlk öykü kitabı Bir Gülüşün Kimliği 1987’de yayınlanan ve o günden beri yazma serüvenini sürdüren, eserleri birçok dünya diline çevrilen bir yazar.

Hasan Ali Toptaş, 1958’de Denizli’de doğdu. Bir yandan icra memurluğu görevini sürdürürken, öte yandan yazın hayatına devam etti. 1992’de ‘Ölü Zaman Gezginleri’ adlı öykü dosyasıyla Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birincilik ödülünü aldı. 1994′te ise ‘ Gölgesizler’ adlı yayınlanmamış romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. ‘Bin Hüzünlü Haz’ adlı romanı da 1999 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne laik görüldü. Peki, bugüne dek birçok eseriyle okurlarının karşısına çıkmış olan Hasan Ali Toptaş’ın eserlerini farklı kılan nedir?
Images

Gerçeğin Peşinde



Ayasofya her zamanki gibiydi. Sayısız kapılarından insanların dolup taştığı, eski taş yapısı, gökyüzüne uzanan dört minaresiyle zamanı sorgulatan. Asırların ağırlığından yamulmuş, yamalarla kaplı mermer zemin, beni geçmişe, geçmişin sırlarının ortasına götürüyor. Kapıların büyüklüğü uyarır, ancak içine girince anlarım. Kubbenin uhreviliği, ustaca düşünülmüş mimari yapısıyla, dünyanın içinde kapladığım yeri hissettirir. Hiçliğimi. Bu günde aynı duygular içinde ilerledim, kapalı kapıların ardındaki sırları görünenden, çok görünmeyeni merak ederek. Ne zaman görecektim onları, varlığını hissetmek yetmiyordu. Kırk yıla yakındır okuduklarım, yaşadıklarım, onlara yakınlaştırmış. Bilmediklerimi okuduğum da aslında bil ipte unuttuğum bilgiler olduğunu hissettirmişti. Neydim ben? Bir insan mı? Yoksa zihnimin fısıldadığı, koskoca bir evren mi? Kırk dört yıl içinde zaman, zaman hissetmiştim içimdeki o evreni, sonsuzluğu, zamansızlığı, tarifi imkansız gücü. Hep o anda kalmak, zor olan buydu herhalde, kendimi düşündüğümde ayağı toprağa değerken, yıldızları avuçlayan bir kadın gelir aklıma, hayatımda böyle geçti. Ayaklarım yerden kesildi, ellerimde yıldızlarla kalakaldım. Ya da yıldızları kaçırıp, ayaklarımla toprağa çakıldım. Zaman, zamanın tüm yaşanmışlığıydı en büyük meramım, her şeyi öğrenirsem eğer, belki de o zaman başarırdım. Ayasofya, geçmişte insanoğlunun Allah'a en yakın olduğunu hissettiği tapınak, burada bulacak mıyım aradığımı, hissettiğim ruhlar bana fısıldarlar mıydı gerçeği? Bu hislerle dokundum Delf' ten gelen asırlık sütuna.

Kalabalıktan yükselen seslere karışan, uhrevi fısıltı dokunduğum sütunun soğukluğunu ateşe çevirdi. “Sen! Ey insanoğlu! Sende mi bir efsane peşindesin yoksa?”
Korkuyla etrafıma bakındım. Kim seslenmişti ? Şu ilerideki çift olamazdı, kendi halinde fotoğraf çekiyorlardı. Karşı taraftaki grupsa pür dikkat rehberin anlattıklarını dinliyorlardı. Yakınımdaki Japonlar 'da Türkçe konuşamazlardı soğuk soğuk terlediğimi hissettim, ağzımdaki sakız boğazımın kurumasını engellememişti. Loş ışıklar içinde başımı kaldırıp, gökyüzünde asılı gibi duran, kırk penceresinden günün ışıklarının süzüldüğü, muhteşem kubbeye baktım.  Günün o saatindeki ışığının mozaikler üzerindeki ışıldamasıydı. Dört bir etrafı döndüğümde, yüzleri yaldızlarla kapalı üç melek, suretini hiç beğenmediğim, dördüncü melek ve Allah, Muhammed, dört halifenin isimlerinin yazılı yuvarlak panolardı.
“Bakma! göremezsin.” 
“Göremedi senin gibi niceleri, görünen sadece zahirdir, görmen için Ehlî batın olman gerek.”
“Sen.. Sen kimsin?”
“Kutsal bilge, Ayasofya’nın ruhuyum. Bak şu köşede yatan kör hükümdar Dandolos.” Başımı  çevirdiğimde Mermer'le kaplı lahitle karşılaştım.” O senin gördüklerini de göremedi. Savaş açtı göremediği her şeye, yaktı, yıktı, talan etti kutsal olan her şeyi. Lakin engel olamadı na'şının  bedenimde, kutsal emanetlerle birlikte olmasına. Asırlardır yatar durur burada, kemikleri karıştı mermerlerime bütünleştik ”

İyice soğumuştu ortam, Dandolos'un mezarından yayılan soğukluktan kaçmak istedim, mermerlerin üzerindeki ışıkların akisleriyle yürümeye başladım. Çevremdeki insan kalabalığı her zamanki gibi benim ait olmadığım bir zamandı. Soyutlandım bu kalabalıktan, titremeye başlayacaktım, hareket etmeliydim. Yürürken mermer zeminin ayaklarımın altından kaydığını hissediyordum.

“Sen neyi ararsın? Neyi bulmaktır maksadın?” 
“Gerçeği, gerçeği görmek istiyorum” diye seslendim boşluğa..
“Haaha haaaa!” Kahkahanın şiddeti fısıltıyı aşmış, taş sütunlarda yankılanan tüyler ürpertici bir boyuta ulaşmıştı. Soğuk terler boşandı, her bir zerremden.
“Hiç değişmedi şu insanoğlu, asırlardır hep aynı şey, gerçeği ararlar, hayatlarını gerçeği aramakla tüketirler. Bir türlü ulaşamazlar gerçeğe."
Gerçek orda durur oysa. Yalındır, soğuktur gerçeğin yüzü, bir türlü tanıyamazlar, inanmazlar, cazip gelmez onlara gerçek.  Efsaneler icat ederler, süslerler, boyarlar. Tıpkı şu duvarlar gibi bak kat kattır duvarlarım. Paganı, Ortodoks'u, Katoliği, Müslümanı, her yeni gelen insanoğlu, bir diğerinin inancını gizledi, örttü. Sıvaların, boyaların ardına sakladı. Hangi gerçekten bahsediyorsun sen?” Haklıydı, hangi gerçeği isteyebilirdim? Tüm gerçeği, evrenin tüm sırlarını öğrenmek istemek delilik miydi? Yine de istiyordum, bilgi benim için her şey demekti.

Ayaklarımın beni üst kata çıkaran geçide getirdiğini, zemindeki girintili çıkıntılı taşlara takıldığımda anladım. Loş ışıkta zemine dikkatimi vererek üst kata ulaştım. Kral kapısından geçerek üst kattaki mermer tırabzanlardan aşağıya baktım. Girişte nasıl küçülür, hiçliğimi hissedersem üst katta başka bir his kaplar içimi büyür, çoğalırım. Ayasofya kucaklar beni, ondan bir parça olur, büyüdükçe büyürüm. Bu hisler içinde bakınarak, boşluğa fısıldadım.

” Kutsal bilge ne olur anlat bana gerçeği, hiç olmazsa neden dört? Dördün ardındaki sırrı fısılda. Hem bak tam kırk dört yıl oldu, var bir şeyler zihnimde okuduklarım, araştırdıklarımla. Fakat senin duvarların gibi benin zihnimde okuduklarım, öğrendiklerim karıştı birbirine. Neden dört melek? Neden dört kubben var bunu açıkla.”.
“Hay ilahi kız… Düşündüklerine bak daha başka şeylerle gel bana. Hem bak bilir misin? Sayılara takılırsan, çok şey var daha. İnsanoğlu kapılarıma takıldı bir ara, sayar sayar bir daha sayar bir türlü ulaşamazlar aynı sayıya. Bilmezler ki gerçeğe açılan kapı var aralarında, yalnız gerçeği görebilenlerin gördüğü. O kapıdan geçenlerin bir daha asla geri dönmediğini.”

Mermer tırabzanların soğuğuyla üşüdüğümden, ayrılıp yürümeye koyuldum. Esrarengiz, irili ufaklı kapıları dikkatle gözleyerek. Büyük bir kilitle zincirlenmiş kapının önüne geldiğimde merakla yaklaştım. Kapının kanatlarındaki aralığa iyice yaklaşıp içeriyi görmeye çalıştım. Loş ışıkta görebildiklerim ve burnuma gelen kokulardan anladığım kadarıyla, kütüphaneye benziyordu.
“Ne var içeride onu söyle bari kitaplar mı?”
“İyi bildin. İçim acır onlara anlayabildiklerini işe yarayanları alıp götürdüler, anlamadıklarını, koruyamadıklarını da kaderlerine terk ettiler. Farelerin işine yaradı, garipler sebeplendiler. Bilmezler ki gerçeğin kitabının burada olduğunu.” Duyduklarım çılgına çevirdi beni, İskenderiye kütüphanesinin talanı sırasında, Nil nehrinin sularında kaybolan, evrenin gerçeğinin yazılı olduğu kitap, bu kapıların ardındaydı.
Daha fazla dayanamazdım, yalvarmaya başladım. O kitaba ulaşmak için her şeyi yapmaya hazırdım.
“Yalvarırım kutsal bilge, o kitabı göster bana hiç olmazsa göreyim yeter Allah aşkına.”

“ Are you okay?”
Arkamda duyduğum sesle kendime geldiğimde, yere diz çökmüş olduğumun farkına vardım, üstüme eğilen yabancıya gülümseyerek iyi olduğumu söyledim. İçimi çekerek kendime gelmeye çalıştım. Konuşmayacaktım işte kızmıştım, Kutsal bilge denen ruh, içimdeki bir şeylere ulaşıp, beni çılgına çeviriyordu . Gerçeğe bu kadar yakın olup ona ulaşamamak aklımı başımdan almıştı. Bir an ruhun hiç olmadığını, tüm bunların zihnimi bana oynadığı bir oyun olduğunu düşünmeye başlamıştım ki;

"Kızma insanoğlu! Hep böylesiniz işte kızınca gerçeği görmemezlikten gelir, farklı şeylere yorarsınız aklınızı. Sahip olamadıklarınızın suçunu başkalarında arasınız, dedim ya gerçeğin sırrına eremedikçe, kimse göremez onu. Sende bilirsin adın gibi, yadsıma gerçeği.”
Yürüyerek geldiğim yerin karşısındaki sandukayı görünce durakladım. Bu kraliçe Sofya'nın na'şının bulunduğu ve açılmaya çalışıldığın da Ayasofya'nın sallanmaya başladığı, açılırsa depremle yerle bir olacağına inanılan meşhur sandukaydı. Pirinç 'ten yapılmış, süslemeleriyle oldukça görkemliydi. Sanki Ayasofya'nın en önemli parçası, parça olmaktan öte, tam orta yerinde bütünleşmişti onunla.
“Bu sandukanın sırrını anlat bari bana, ama gerçeği, efsanenin ardındakini öğrenmek istiyorum.” 

"Bilindiği gibi değil, Sofiyanın na'şı yoktur orada, tam orası (Delf'te ompholos) yerin göbeğidir. Bu sır gizlenmesi gerektiğinden üzerine bir sanduka oturtulmuştur. İçinde dünyanın gerçeğine inen bir merdiven vardır. Kim ki gerçeğin sırrına vakıf olmadan, sandukayı açmaya kalkar, işte o zaman arş karşı durur buna. Şiddetli bir şekilde sarsılmaya başlar, deprem olacağı inanışı buradan gelir. Yeterlimi bu kadar bilgi?”

“Ne yani şimdi bu sandukanın içinden arzın merkezine bir merdiven mi var gerçekten?”
“Evet ama dediğim gibi ancak gerçeğin sırrına vakıf olanların geçebileceği bir merdiven.”

 Jules Verne geldi aklıma, acaba o gerçeğin sırrına ererek mi yazmıştı kitabını, bu merdivenlerden inmiş miydi? Eğer bu merdivenlerden inebilirsem, zihnimi kaplayan sis bulutu dağılır mıydı?  Zihnimi kaplayan merak duygusunu anlatamam. Öyle bir duyguydu ki Ayasofya bile ufacık kalırdı yanında. Etrafıma bakınmaya başladım, sandukanın kapağı oldukça ağır gözüküyordu. Ellerimle açamazdım, arasına sıkıştıracak bir şeyler ararken, ilerdeki kapının üstündeki uzunca demir ilişti gözlerime. Bir çırpıda demiri kapıp, sandukanın başına geldim, sandukanın kapağının arasındaki boşluğa yerleştirdim. Bütün gücümle bastırmaya başladım.

"Hayır.. dur, yapma sakın, dur dedim, sende bilirsin, asla giremezsin o merdivenlere.” Kutsal bilge fısıldamayı bırakmış çılgınca bağırıyordu. “ Bakmalıyım kendi gerçeğimi görmem lazım”. Merak duygum mantığımı yenmiş, sonunda ölümü bile göze almıştım, gerçeğe ulaşacaktım. Sandukanın kapağı oldukça ağırdı bütün bastırmalarıma bana mısın demiyordu. Son bir kez daha asıldım. Kapak yerinden oynadı. Açılan boşluktan, asırların tozuyla birlikte çıkan hava akımından sonra her yer dönmeye başladı. Çılgınca bir haldeydim gördüklerim inanılmazdı, Ayasofya'nın her yeri yerinden oynamaya başladı. Muazzam bir anafor oluşmuş. Her şeyi boşlukta döndürüyordu, zemin ayaklarımın altından kaymıştı. Dört meleğin uçmaya başladıklarını gördüm dört bir etrafa. Sıvalar parça parça ayrılmaya başladı, mozaikler uçuşuyordu etrafta, altın varaklar oynaşıyordu boşlukta. Korkuyla beraber, gördüklerimden memnundum. Sütunlar birbirinden ayrılmış, kubbe gerçekten gökte asılı kalmıştı. Ayasofya döne, döne yok oluyordu , her parçayla birlikte bende dönmeye başladım. Çılgınca dönüyorduk, hız arttıkça bayılacağımı anladım son bir kez kubbeye baktığım da gördüm onu. Kutsal bilgeydi tanıdım, Nurdan bir pirdi tarifi imkansız.. "Gerçeğe böyle ulaşamazsın" diye fısıldadı, “ Gerçeği dışarıda değil kendi içinde aramalısın”

Bir sıcaklık hissi ile kendime geldiğimde, yerde öylece yatıyordum. Ayasofya'nın kubbesine bakıyordum, üzerime eğilmiş bir çok insan vardı. İlk defa böylesine ait hissettim kendimi bu insan kalabalığına, herkes kendi dilinde Bir şeyler söylüyordu. Çoğunun ne dediğini bilmiyordum. Yüzlerinin ifadesinden benim için endişelendiklerini hissedebiliyordum. İyi olduğumu söyleyerek kalkmaya çalıştığımda farkına vardım. Avucumdaki, bir kalemdi. “teşekkürler kutsal bilge” diye fısıldadım boşluğa. 
  Yeni bir ayasofya vardı uyandığımda mermer zeminleri halı kaplı. Kaybolmuş altın varaklı ikonolar. Beyaz kefen giymişti melekler. Absidin üstünden süzülen güneş mihrabı aydınlatıyor. Terleyen sütuna hızırın parmağı değmiş. Mekke yönünde esiyordu rüzgar, beyaz kefenlerin altından meleklerin kanatlarını okşuyordu. 
      Mozaiği gördüm İsa secde ediyor. Size selamet olsun! Ben evrenin ruhuyum yazıyordu. Kalemi avucumda fazla sıkmışım. Açtığımda süzülen kan yere damladı. Yayılan kırmızılık tüm Ayasofyayı kapladı yavaşça. Kırmızı minaresine ulaştığında pembe kaldı yanında. Rast makamında ikindi namazı yankılandı Ayasofyanın duvarlarında.


Nurten Yurt