Ah! Ah! Sızım sızım sızlıyor yanlarım, mart güneşi de ısıtmıyor. Ağustos bir gelse
de güneşiyle sarsa bedenimi belki o zaman, kışın ve denizin rutubetli ağrı sızılarını
atarım üstümden. Bir taraftan boğazın hırçın dalgaları, bir taraftan lodosun
acımasızlığı içime işledi de, her köşemden ayrı bir name yükseliyor rüzgârla.
Büyükhanım söylerdi de anlamazdık, başa gelince anlaşılıyor. Zor zanaatmış
yaşlılık. Hayatın değerini tamda anlamışken, keyfini çıkaracakken bu kez de
beden rahat vermiyor insana. Kürek mahkûmunun ayağındaki pranga derdi yaşlılık
için ne doğruymuş.
Hah! Bak yine başladı işte; yüzsüz İncir Ağacı, rüzgârı bahane edecek bilirim
ben onu, o kocamış dalları ile bedenimin zaten en hassas yerlerine sırnaşmakta
utanmazca.
“Çek şu dallarını, ah ah rahmetli Şaban Ağa olacaktı ki şimdi; bir güzel
budayacaktı senin o kocamış dallarını bende bir rahat ederdim ki.
Ağaç dediğin şöyle dimdik durur ayakta, dalına yaprağına da sahip çıkar. Ne o
öyle her rüzgârda edepsizce sırnaşmalar, hele birde o yapış yapış sütün yok mu
midem bulanıyor, yeter artık.”
“Ah be Yalı Hanım, nedir bu öfken anlatırım anlamazsın öyle uzadı ki dallarım,
uçlardaki genç dallara sahip çıkamıyorum. Her rüzgârda gelip sürtünürler sana
derileri soyulur, sütü akar içim sızlar ama elimde değil. Hem sen dünya ahret
bacımsın hiç öyle terbiyesizliği düşünebilir miyim? Allah rahmet eylesin
Sarmaşık Efendi; seni bana emanet etti. Bilmez misin sana olan saygımızı daha
dün gibi yaşadıklarımız hürmetimiz başkadır, sana da yaşananlara da.”
“Ah, Ah! ya neydi o yaşadıklarımız bak şimdi nerde ne haldeyiz.”
Ne güzeldi o hayatımın ilk yılları balta girmemiş ormanlarda yaşayan gencecik
bir Abanoz ağacıydım. Dertsiz gamsız yanımda sevdalım dallarımız iç içe,
birbirimize âşık geçerdi günlerimiz. Bedenimde hissettiğim ilk acıyla zor günlerde
başlamış oldu, kestiler bütün bir ormanı. Yan yana toprağa serilmiştik
sevdalımla dallarımız kırılmış birbirine karışmıştı, zor oldu ondan ayrılmak
köklerimle beraber yüreğim ide bıraktım o ormanda sanki. Birçok ağaçla birlikte
gemilere yüklenip karanlık ambarda günlerce yol alırken sevdalımda yaşadığım
ormanda bir hayaldi artık. Getirdikleri fabrikadaki hızarlarla kesilip
parçalanırken acı bile duyamıyordum, bin bir çile ve zahmetten sonra kendime
geldiğimde gördüğüm boğazın maviliği, hoyrat dalgalarıydı.
Rahmetli Cevdet Paşa Çengelköy’deki bu Yalının yapımına çok özenmiş, zamanın en
görkemli yalısı olması için elinden geleni esirgememişti. Yalının dış
cephesinin en dayanıklı ağaç olan Abanoz ağacıyla kaplanmasını istemişti.
Hayatımın geri kalanında kıyısının çengel şeklinde olması nedeniyle Çengelköy
adını alan bu küçük köyde boğazın dalgalarıyla arkadaş Yalı’yım ben.
Ne ihtişamlı ne göz alıcıydım
gençliğimde, bir bakan döner bir daha bakardı. Cevdet Paşa temel atılırken iki
deve kestirmiş kanını da tahtalarıma sürmüştü, ilk kan tadını da öyle tattım.
Pencerelerimin camları Venedik'ten getirilmişti, balkon pergolalarım için
ustalar aylarca uğraşmışlardı. Güneşin ışıklarıyla boğazın yakamozları dans
ederlerdi pencerelerimde. Yeni gelin misali kurumlanır, kimselere yüz
vermezdim. Aklımda yüreğimde sevdalımdaydı, o nerelerdeydi acaba nasıl bir
hayat yaşıyordu; nerden bilebilirdim başıma gelecekleri.
Rahmetli Sarmaşık az çekmedi benden. Gençti, sevdalıydı, ıfıl ıfıl sarıverdi
bedenimi. Dayanamadım gönlüm kayıverdi. O da bana bir yaşam sevinci hayat
verdi, Sadık bir sevdalıydı bütün bedenimi kapladı nazikçe, hiç üzmedi hep
korudu beni. Kışın soğuğundan, rüzgârından. Yazınsa güneşin yakıcı sıcağında
yapraklarıyla, serin serin ferahlattı içimi. Zamanla öyle büyüyüp gelişti ki
sevdamız adımız Sarmaşıklı Yalı diye anılır oldu.
O günü hatırladıkça titrerim hala, hem özlemle hem de pişmanlıkla; akşam
karanlığı çökmekteydi boğazın üstüne, sisli bir bahar akşamı. Sarmaşıkla
dertleşip yalının insanlarının seslerini dinliyorduk ki acı acı öten gemi
düdükleri karıştı seslere. Aman Allah’ım o da ne sisin içinden dev gibi bir
karanlık üstüme geliyordu.
Çarpmanın şiddeti,
duyduğum acı, ev halkının çığlıkları, sarmaşıkla kaplı bedenimin çatırtıları
sanki hepsi bir rüyaydı, ben kendimde değildim. Daha sonralarında çok düşünmeme
rağmen hissettiklerim acıdan çok şaşkınlık ve özlemdi, bana çarpan tankerin
ahşap kaplamalarıyla iç içe geçen bedenim benden önce tanımıştı O’ nu
sevdalımdı, ormanımdaki ilk aşkım Abanoz ağacı. Kaderin böylesi ya oluyor işte
yıllar sonra bu kazada ilk aşkımla kıymık kıymığa iç içe geçmiştik; farkına vardığımda
her yanım tir, tir titriyordum. Zavallı Sarmaşık aldığı bütün yaralara rağmen
bana teselli vermeye çalıştı önceleri, sonra yaşadıklarımı anladığından olsa
gerek sustu büsbütün. Acı ve korkudan çok hissettiklerim dayanılmaz bir özlem
ve vuslattı. Bir gece boyunca dertleştik Onunla iç içe sabah olmasın güneş doğmasın
diye ne çok dua etmiştim.
Hain güneş, hiçe saydı duygularımı, hasretimi göz ardı edip ışıklarını gözümüze
soka soka doğdu inatla. Güneşin doğmasıyla ilgi odağı olduk herkesin, hem
denizden hem de karadan bir sürü insan meraklı gözlerle bizi izliyorlardı.
Görevliler daha fazla hasar olmadan tankeri nasıl çekebileceklerinin
hesaplarını yapıyorlardı. Güneşin ışınları yetmezmiş gibi birde gazetecilerin
flaşları patladı üzerimizde. Öğleye doğru ayrılırken sevdalımdan duyduğum acıyı
tarif edemem dayanamadım onun ardından birkaç parçamı da yolladım boğazın
sularına. Kulaklarımda Onun çınlayan sesi olmasa bu günleri görür müydüm
bilmem. "bekle" demişti.
"yine
geleceğim".
Güya tamir ettiler ahşaplarımı, boya,
cila derken bundan bende Sarmaşık ‘ta etkilendik. Herkes kazaya yordu
Sarmaşığın günden güne sararıp solmasını ya bir ben biliyordum onun içindeki
acıyı, günlerce konuştum ne diller döktüm yine de anlatamadım. Sevmek zor
zanaat hele sevdiğinin senden başkasını sevdiğini görmek daha da zor olsa
gerek. O kahrolası gazetelerde ateşe körükle gittiler zaten. Kazanın ertesi
günü İstanbul sokaklarında gazeteci çocuklar az bağırmadı
“ Yazıyor! Yazıyor! Çengelköy’deki Yalı'ya çarpan tankeri
yazıyor.” diye.
Boy boy resimlerimiz
çıktı gazetelerde. Bütün bunlara can mı dayanır? Her gün biraz daha gevşedi
çöktü Sarmaşığın bedenimi saran dalları sarardı soldu. O kışı geçirip baharı
göremedi.
Bunca yıldır yapayalnız, rüzgâra, dalgalara, acımasızlığa, terk edilmişliğe
rağmen bekler dururum. Her gemi düdüğünde, üzerime gelen, geçen tankerle titrer
dururum, söz verdi bir gün gelecek bilirim.
“İşte tüm bunları beraber yaşadık işin iç yüzünü bir sen bilirsin incir ağacı.
Ama şimdi herkes öğrenecek, hakkımda neler düşünecekler diye üzülüyorum. Bütün
bunlar, O Yeşim denen kadın yüzünden yok İstanbul'u yazıyormuş ta, yok
Çengelköy’ü yazacaklarmış da ne gerek vardı cesaretlendirdi bu deli kızı. İfşa
etti bütün geçmişimizi.
“Yok, be Yalı Hanım, Yeşim Hanım suçsuz.
Kabahat bu kalemi doymayan deli kızda,çengeli yazacağım dediğinde, yazacaksan
bizim rahmetli Sarmaşıkla aramızdaki nükteyi yaz dedim. Dinletemedim, yok
kısaymış, illa da bir Yalı hikâyesi
yazacakmış.”
“O nüktede neymiş ayol.”
“Bilirsin canımda unutmuşsun her hal dur anlatayım da gül biraz.”
Rahmetli Sarmaşıkla
atışır dururken onun Çengelköy benzetmesidir. Bilirsin yıllar evvel çengel
sırtlarının çoğu salatalık bostanlarıydı. Salatalıkların olma zamanları, havayı
mis gibi salatalık kokuları kaplardı. O günlerden birinde Sarmaşık Efendi
seslendi:
“Kokuyu duyar mısın
incir ağacı bir tarafta mis gibi salatalık kokuları, diğer taraftan denizin
tuzlu havası hani diyorum şuradan Hoca Nasreddin çıkıp gelse elinde Kanlıca
yoğurduyla sahile bir maya çalsa oldu mu sana Çengelköy bir cacık.”
Nurten Yurt 2010- İstanbul'u Yazıyorum- Çengelköy