Yetmişli yıllarda
Nişantaşı demek, birazda sen demekti benim için. Kısa sarı saçların, dudağının kenarında
sigaran, erkeksi sesin, dizinin üstündeki eteğin, telaşla mutfağında
pişirdiklerinle. Annemle sana yaptığımız
ziyaretler, yaşlı annen, senin mutfağın çocukluğumun farklı tatlarıydı.
Siz mutfakta
sohbet ederken ben salonun büyük camından sokağı seyrederdim. Albert Amca koltukta gazetesini okur,
sehpanın üzerindeki maymun trampeti çalar, Cumhur ve Hayati abinin oyuncakları
ile kendime farklı dünyalar kurardım.
Okumayı öğrendikten sonra camın hemen yanındaki diğer koltuğa oturup
kitapların sayfalarında kaybolduğum anda, camdan dışarıya bakar şehrin zamanla
akıp gittiğini hissederdim. Bir arka
balkonun vardı, kapısını açtığında mandalina ve muz kokardı. Çocukluğumun en renkli çukulatalı
bonibonlarını sende tattım. Konuşmanı
ağzım açık dinlerdim, aksanın, sesin, cümlelerin, bir Orospu derdin sevgi
dökülürdü dilinden. Anlardım orospuları
severdin sen.