Gün Işığı Kitaplığının 5. Zeynep Cemali Edebiyat günündeydim.
Açılış konuşmasını yarım asırdır Türk Edebiyatına katkıda bulunan eserler veren, Türkçenin düzgün kullanımı için yüreğini koyarak direnen "dil gönüllüsü" Feyza Hepçilingerler yaptı.
İletişim Yayınları ve Birikim Yayıncılığın deneyimli yöneticilerinden Tuğrul Paşaoğlu dijital yayıncılıkla ilgili bilinmeyenleri
. Kitabın dijital yolculuğu yeni ve farklı okuma deneyimleri
. Dijital yayıncılıkta telif sorunları ve uluslararası hukukta yaklaşımlar
. Dijital kitap üretiminde yaşanan güvenlik, alt yapı ve standartlaşma sorunları
. E- kitap üretimi, satışı ve tüketiminde teknoloji kullanımı
. Dijital yayıncılıkta yayıncının rolü değişiyor mu?
. Arşiv kitaplar ve yeni kütüphaneler başlıklarıyla anlattı. Soru cevap bölümünde kültür tekelleşiyormu sorusuna Orwel'in 1984 uyle cevap verdi. İnsanın yaratıcılığı ve sınırsızlığına güvendiğini belirtti. Tekelleşmemi, tekilleştirmemi sorusuna zamanın kalmaması nedeniyle cevabı arada kendisine anlatacağını söyleyen Tuğrul beyin ve kütüphaneciler birliği başkanının konuşmasına ortak olamadım.
Karin Karakaşlı'nın Edebiyatı Anadilde Yazmak, Anadilde Okumak başlığı altında çocukluğundan bu yana yaşadığı dil kırılganlığını bu ülke adına ortak dilde üretmek sözleriyle bitirdiği uzun bir konuşmaydı.
. Farklı dillerde düşünmenin yazma deneyimine etkisini,
. Anadil okur yazarlığının bireyin varlığını belirlemesinin ne olduğu
. Birden çok ana dile sahip olmak ve edebiyat dilini seçmek
. Edebiyatı ana dilde yaşatmanın önemi
. Anadil yasaklarının edebiyata nasıl yansıyıp, nasıl etkilediği başlıkları ile anlattı.
Kahve molasından sonraki Panel'in konusu Yayınevinden Okura Kitabın Satış Süreciydi.
Katılımcılar Literetür Yayıncılığın kurucusu, Punto Kitap dağıtımın genel müdürü Kenan Kocatürk,
D&R'nin Kitap satın alma müdürü Betül İşeri
Ankara Dost Kitabevinin kurucusu Erdal Akalın
Kitap Yurdu. com'da dijital iletişim ve reklam danışmanı Ayça Bayrak'tı.
Erdal Akalın ,Yayınevlerinin ve dağıtıcılarının sorunlarının, her yayınevinin kendi dağıtımcısının olması ile çözümlenebileceğini belirtti.
Ayça Bayrak Dijitalde bu sorunu temin ve teslim süresi olarak ikiye ayırıp okurların tahminine bırakarak çözdüklerini açıkladı.
Ülke genelinde 153 mağazaya sahip D&R'ın 3 tanede internet mağazası var.12 si mega mağaza olarak görülüyor. Mega mağazalar 500 m² yi kitap satışına ayıran mağaza demek oluyor. Kitap seçimini 1. sırada yazar, ikinci sırada tür, yayınevi, fiyatı, kapağın belirlediğini belirttiler.
D&R 250.000 kitaplık bir arşive sahip. (mükerrer girişler olabilir açıklaması ile)
Kitap Yurdunun arşivi 283.000 , Fiziki mağazanın ise 25.000- 45.000 olarak açıklandı.
En çok satan kitap tabi ki Kürk Mantolu Madonna, Nilüfer Kütüphanelerinin ve Türk okurunun merakının sonucu işe yaramış.
Dost Kitabevi Çok Satan değil ayın kitabı olarak isim veriyor. Personelin kitap önermesi yasakmış, seçim tamamen okura ait.
Kitap Yurdu reklam kampanyalarıyla okuru nasıl yakaladıklarını açıkladı. Üniversiteler, ve vapur iskeleleri en uygun yermiş. Geogle amcanın taktiğinde ilerliyorlar, okur vapuru kaçırdığında sayfaların arasında.
Necati Tosuner senin kitapların kitapçılarda yok diyen dostlarının şakalarından kurtulmak için; elli yıllık emeğime karşılık, az satanlar rafı istedi.
Öğle yemeği arasından sonra, Fantastik Edebiyatın önemli eserlerini dilimize kazandıran Harry Potter dizisinin çevirmeni, sinema yazarı Kutlukhan Kutlu, çevirmenin eseri yeniden inşa edip kurguladığı için eser üzerinde hak sahibi olarak gördüğünü söyledi. Harry Potteri çevirirken henüz acemi olduğunu eser sahibinin isteklerini kabul ettiğini, çevirme süresindeki macerasını samimi bir dille anlattı." İyi çevrilmiş eser elinizden bırakamadığınız kitaptır. Öyleki bir sayfayı merakla çevirmek değil, bir sonraki cümleyi merak ettiren çevirmen dile hakim, gerçek bir çevirmendir"
Kapanış konuşmasında söz Latife Tekindeydi.
*Şöyle başlayacağım, biraz yabani bir hava estireyim:
Ben çok kabaca iki tür yazar olduğunu düşünüyorum: İlki, insanlar için yazanlar. Diğeri de, insan olma nedenini aşmak için yazanlar. Ben insanlar için yazan bir edebiyatçı değilim. O nedenle kendimi bir kültür insanı olarak tanımlamıyorum. Daha çok, edebiyatın dışına kaçmaya çalışan, edebiyat ve kültür dünyasının dışına kaçmış “edebiyat dışı bir yazar” olarak konuşacağım.
Ben insanlar için yazmayan yazarları aradım, onların kokusunu aradım bütün kitaplarda. Belki o yüzden kendimi şairlere daha yakın hissediyorum, belki onların akılsızlığına... İmgeye doğru, sese doğru uçan, sezgiye doğru giden yazarları seviyorum.
İnsan olma deneyimini aşmak üzere yazan edebiyatçıların nasıl bir şey olduğunu anlatayım isterseniz. Anlaşılmazlık duvarını biraz da yıkmak için...
Ben çocukken, yoksul ve dilsizken, insanların sözcüklerinin onların gürültüsüyle zihnime dolduğunu düşünüyorum/zannediyorum, o gürültüyü sessizleştirmek, zihnimi sükûnete kavuşturmak için yazmaya başladım. Bu bir iç sezgiydi.
Ben iyi bir sanat eserinin, iyi bir romanın, iyi bir şiirin doğaya ait olduğunu düşünüyorum, insanlar için yapılmadığına inanıyorum. Tabii ki insanlar için yazan edebiyatçılar var ve insanlar onları büyük bir zevkle okuyorlar. İnsanlar için yazan edebiyatçılar arasında da müthiş yazarlar var, onların yarattığı dilde, biçimde bir estetik var.
Ama edebiyatın aslında -onların dışında- dilin dışına çıkmak için dili kullanma sanatı olduğunu söyleyebiliriz.
Doğaya ait derken geçmişte bir zaman benimle yapılan bir söyleşide “ben ağaçlar için, kuşlar için yazıyorum” demiştim, insanlara tuhaf gelmişti bu söz. Latife Tekin de tuhaf tuhaf konuşuyor, demişlerdi.
Aslında gerçekten kuşlar için yazıyordum ve bu benim gerçek duygumdu.
Çünkü iyi bir sanat eseri, insanların gürültüsünden, karmaşasından kurtarılıp sessizleştirilmiş, sezgi yumuşaklığına gelmiş ve susan bir şeydir. Dağların, ağaçların, kuşların, ırmakların yanına eklenecek bir şeydir. Benim için iyi kitap; iyi roman, iyi şiir böyledir.
Peki insan olma nedenini aşmak üzere yazdığınızda, edebiyatçı ya da yazan insan nerede kalır? Tabii ki edebiyat dünyasının ve kültür dünyasının dışında kalır. O nedenle “ben edebiyat dışıyım” dedim kendime. Belki yazmaya yoksulları anlatarak başladığım için bu yolculuk edebiyatın dışında doğru bir yolculuk oldu benim için.
Çünkü fark ettim ki yoksulları koruyarak edebiyat yapmak mümkün değil. Edebiyatın kendisinin de sınıfsal bir niteliği var. Örneklerine baktığımız zaman; aristokratik ve farklı bir eğitim gerektiriyor.
Fakat bizim edebiyatımızda, belki dünyada da öyle, politik mücadele içinden gelmiş kaçak yazarlar var, yeraltından yükselmiş. Belki politik hayatın yarattığı, sağladığı bir imkân. Ben aslında biraz öyle bir yerden sızdım edebiyata. Bir politik hareketin içindeyken, yoksullar arasında çalışırken, 12 Eylül’ün getirdiği bir basınçla yazmaya başladım. Tabii bizim kuşağımız büyülenmiş şanslı bir kuşaktı. O dönemde yoksulların arasında büyüdüğüm için yoksullarla bizim politik hareketin öncüleri arasında bir çevirmenlik üstlenmiştim.
Fakat o süreçte, el yordamıyla bir yazma serüveninin sonucunda, ben kendimi başından beri edebiyat ve kültür dünyasıyla çatışırken buldum. Bunun sebebini bir süre sonra kavradım ki, ben yoksulluğumu koruyarak edebiyat yapmak istiyordum ve edebiyat böyle bir şeye izin vermiyordu. Bu, benim başta kastettiğim bir şey değilken, bu çatışma giderek derinleşti ve galiba gerçekten “insanlar için yazmayacağım” noktasına kadar vardı.
Yoksulluğun bana kazandırdığı bir duyarlık olarak, yoksulluğumu koruyarak yazmaya çalışırken, birden şunu fark ettim, dilin kendisi de ciddi ve büyük bir problem. Yoksulların dilsizliği üzerinde düşünürken farkında vardım bunun. İnsanlar sadece insanları sevebilirler, çünkü dil çok güçlü bir alet ve insanı diğer canlılardan, doğanın içindeki kayıp o eşsiz zamandan bugüne geliştiren bir alet. İnsanı bütün diğer canlılardan ayıran, koparan bir alet.
İnsan için yaratılmış, insanı yaşatmak, ötekilerden korumak için yaratılmış bir alet. Onun için kutsal, ve insanlar şiddetli bir şekilde dile sahip çıkarlar. Dil olmasaydı belki de yaşayamazdık, bu kadar gelişemezdik. Ama aynı zamanda, dil çok sert bir biçimde, dünyayı ve üzerindeki şeyleri anlamlandırmak için kullanamayanları cezalandıran bir alet. Onları kuşların, dağların, ırmakların arasına yerleştiren bir alet.
Ben yoksulların ve çocukların doğaya ait olduğunu düşünüyorum. O nedenle -belki sadece dile bakarak ya da yoksulluğumu korumaya çalışarak edebiyat yapmak isterken sezdiğim durumlardan ötürü- yavaş yavaş insanın ötekileştirdiği diğer canlılara doğru kaydığımı, oraya doğru çekildiğimi hissettim ve yabanileştim.
Bir arkadaşım benim için “Edebiyatımıza barbar aşısı” diye bir yazı yazmıştı. Aslında bu tür ortamlara da yabancıyım ve mümkün olduğunca kaçıyorum. Mümkün olduğunca saklanmaya çalışıyorum. Biliyorsunuz Gümüşlük Akademisi adlı vakfın kurucusu ve başkanıyım. Doğanın içinde yaşıyorum.
İyi bir edebiyat eserinin -biraz edebiyatın içinden konuşayım- ancak ortama -dünyaya, hayata- çok yabancı bir nesne gibi düşmesi gerektiğine inanıyorum. O nedenle de benim için yazacağım şey hiç girilmemiş yabanıl bir alan değilse, bir yolculuk yapmayacaksam, oradan kendim için bir bilgi çıkaramayacak, kendimi ayakta tutacak bir bilgiyle çıkıp gelmeyeceksem o süreçte hiç de hevesli olmam. Şunu anlatmaya çalışıyorum yabancı bir nesne derken: Hani masallar vardır Kaf Dağı’nın arkasında altın bülbül vardır. Masalda üç kardeş vardır. O sihirli kuşu getirecek olan, aklın gitme dediği yere giden kardeştir. Bir kuru yol vardır, bir yarı bataklık yol vardır bir de tamamen bataklık bir yol. Masallardaki en gidilmeyecek yere giden o küçük çocuk, altın bülbülü getirir. Ben öyle gidilmeyecek yere gitmek, en büyülü kitabı getirmek arzusuyla yazmaya başlamış biriyim ve bu arzu hep diri kaldı.
Elime bir kitap aldığımda -öykü, roman- onun nereden getirildiğine bakarım, içindeki o yabanıl enerjiyi sezerim. Bir kitabı yazmak için gerekli olan enerjinin nasıl, nereden getirildiğini garip bir biçimde sezebilirim. Eğer bir kitap beni çarşı pazar dolaştıracaksa, kitabı kapatırım kendim giderim çarpı pazara, derim. Eğer Kaf Dağı’nın ardındaki sihirli bülbül gibi sihirli bir şey değilse getirilen, o zaman çok ilgilenmem. Kendimi okumak zorunda da hissetmek, kitabı hemen elimden bırakırım.
Şöyle diyorum; ben belki de şimdiye kadar yazdığım o kitapları yazabilecek bir çocuk değildim. Edebiyatı bir biçimde o masallardaki gibi Kaf Dağa’nın arkasına gizledim, olduğu yerden çaldım. Bir hırsız olduğumu söyleyebilirim bu durumda.
Yoksullara ne yazık ki edebiyat yapma hakkı verilmiyor. Ben onların sözcüsü olarak da konuşmak istemiyorum. O bülbülü koruyan biri olarak o dilde direndiğim için sıkıntılı ortamlarımdan uzaklaştım diyebilirim.
Aslında ben bir kitabı tam da bitirdiğim zaman o kitabı yazabilecek bilgiye sahip olduğumu hissediyorum ama iş işten geçmiş, o kitabı yazmış oluyorum. Bir kitabı bitirdiğimde, o kitabın bana kazandırdığı bilgi ve enerjiyle uzun uzun yazdığım ve düşündüğüm konu üzerine konuşabilirim. “Unutma Bahçesi”ni bitirdiğim zaman 6 saat unutma üzerine konuşabilirim. Ama sonra, yeni bir yabanıl alana girebilmek için, bütün kitapların bilgisinden yavaş yavaş sıyrılırım.
O nedenle asıl dönüştürücü olanın aniden peyda olan, zuhur eden olduğuna inanıyorum. Edebiyatımızın da bir simülasyon edebiyatı değil, bir zuhur edebiyatı olmasını diliyorum.
Umarım zuhur eden harika genç edebiyatçılarımız olur.*
Zeynep Cemali Öykü yarışması ödül töreni için Müren Beykanın konuşmasından sonra gençlerin ödülleri verildi.
Günışığı Kitaplığının 20. yılını kutlar, 5. Zeynep Cemali Edebiyat Günü için teşekkürlerimi iletirim.
Nurten Yurt * Latife Tekin'in konuşması ses kaydından birebir aktarılmıştır*
0 yorum :