Eski tahta sandalyeyi mavi ye boyadım geçen gün. Kararan ahşabını iyi bir zımparaladım. Kurt yeniklerine macun tıkadım. Ahmet’in çakıyla kazıdığı tahtasına dokunamadım. Aldım fırçayı elime bir güzel boyadım. Bilirim seversin maviyi, gözlerinin rengi diye mi? Yoksa mavi gözler başka bir renklimi görür dünyayı bilemedim. Sahi sende söylemedin hiç. Mavi bir güzel kapladı ahşabın karasını, eskisini. Renklendi, yenilendi, Ahmet’in yonttuğu tahtaya merhem gibi geldi. Sanırsın senin bir nazarın oturdu ahşabına. Koydum balkonun köşesine, sakız sardunyanın yanı başına. O bile dayanamadı mavisine, bir sırnaştı. Baktım haftasına sarmalamış arkadan dalıyla. Birde pembelerini patlatmış dün sabah. Senin nazarına konan yeşil pembe bir kelebek ki doyamıyorum bakmaya.
Ben yine balkondaki sedire oturuyorum. Kahvem yanı başımda, pikabın iğnesi bozuldu yaptıramadım hala. Torunun aldığı akıllı telefonu kurcalayıp açıyorum şarkımızı. Pikaptaki gibi değil ama çalıyor işte, Senin nazarınla hasbihal ediyorken güneşte sahilde batıyor.
Ahmet aradı iki hafta önce, bu günlerde gelecek. Sesi iyice çocuklaşmış, o çin vazosunu kırdığındaki gibi içini çekti telefonda. Bir dokundu ki içime sorma, bu kez konuşacağım onunla. İçimde ne varsa dökeceğim, dört yıldır suskun kırgın uzak dayanamıyorum artık. Hem sende affetmişsindir değil mi? O günden beri başka biri oldu, ya da ben öyle görüyorum. Ne bileyim işte, geçen yıl geldiğinde üç dört kere konuştuk. Akasyayı budadı, renkli lambaları taktı bir gece yaktı. O gece sabahladı, bir büyükle ben gitmedim yanına uzaktan izledim. Sabah kalktığımda da gitmişti, iki kere telefon açtı. Geldiğinde dayanamam artık onu öyle görmeye, biliyorum o da kahrediyor kendine. Artık ne yapsak nafile, sarılmak istiyorum Nazif oğluma. Ya gelirsem sana ona sarılmadan, senin başının etini yerim orda bilirsin. Anayım ben anla, gönül koyma olur mu bana.
Torun soruyor sonra, babama dargın mısın diye, yok diyorum, o nasıl laf öyle. Anası bahsetmiş mi ne? E büyüdü artık o da aklı eriyor bu garip suskunluğa. O geceyi de hatırlamaz ya neyse işte, durumlar böyle. Gelsin Ahmet sandalyeyi görünce ne yapacak onu izleyeceğim. Sonra da konuşacağım oğlumla, içimizdeki cerahati akıtacağım artık. Pek bir ağırlaştı zira son yıllarda. Taşıyamıyorum, kızsam bağırsam sonra düşman kalsam neye yarar? Sen gideli dört yıl oldu. Bize de bunu yazmış kalem ne diyebilirim. Ahmet o gece içmeseydi, sen onunla kavga etmeseydin, o arabaya gidince hırsla onu takip edip binmeseydin. Ne bileyim işte dört yıldır her an bu sorularla uğraşıp durdum. Senaryoyu o kadar geri alıp sardım ki, bazen ben bile şaşırıyorum. Hiç soramadım biliyor musun? O da anlatmadı birbirimizin gözlerinin içine bakamadık bir kere bile. Bu nasıl olur diyorsun, sen olsan sorardın ben yapamadım işte. Tek tük gereken cümleler haricinde hiç konuşmamak, bu nasıl bir şey diye sorabilirsin. Ama senden sonra garip tuhaf bir sessizlik bürüdü evimizi. Seni toprağa verirken ağlayamadım bile. Ahmet hastanedeydi, çok sonra kendine geldiğinde öğrendi senin gittiğini. Konuşmadı bir süre kimseyle, ben de konuşamadım.
Konuşmamak, içinin cerahatini akıtamamak iyi gelmiyormuş insana. Komşularla süren gündelik yaşam, kediler, çiçeklerde var yanı başımda ya. Bazı acılar konuşmadıkça koyulaşıyor, yaşamın içine sızıyormuş. Ne yaparsan yap renklenmiyormuş anladım. Sandalyeyi boyadım, oğluma da sarılayım içimi akıtayım. Sana gelmek istemiyorum artık, uzaklara çok uzaklara gitmek istiyorum.
Nurten Yurt
Hüzünlü,hayatın içinden bir yazı. Kaleminize sağlık
YanıtlaSil