Images

Edebiyat Matineleri - Aslı Erdoğan

 
 Tabipler Odasının Eylül ayında başlatmış olduğu Edebiyat Matinelerinin bu ay ki konuğu Aslı Erdoğan’dı. Esra Tözüerenin ve katılımcıların sorularını yanıtladığı söyleşiye geçmeden yazarımızı ve eserlerini tanıyalım. 

  Aslı Erdoğan İstanbul Amerikan Robert Lisesi, ardından Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünü bitirdi. Yüksek lisansını CERN (Nükleer Araştırmalar için Avrupa Konseyi anlamına gelen Fransızca Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire)'de hazırladı. Rio de Janeiro’da başladığı fizik doktorasını yarıda bırakarak yazmayı seçti, iki yıl Güney Amerika’da yaşadı. 1994'te ilk kitabı yayımlandı.

  1997'de Deutsche Welle'in düzenlediği yarışmada Tahta Kuşlar öyküsüyle birincilik ödülü aldı. Radikal gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. "Tahta kuşlar" adlı kitabı, dokuz dile çevrildi. "Mucizevi Mandarin" Fransa'da Actes Sud tarafından basıldı. "Kırmızı Pelerinli Kent" romanı Norveç Gyldendal Yayınları'nın Marg -omurilik- Serisi'ne seçildi. Kitabın Fransızca baskısı yine Actes Sud tarafından yapıldı. Romanın Bulgarca, Almanca, İngilizce ve Yunanca baskıları hazırlanıyor. Uluslararsı basında pek çok övgüyle adını duyuran yazar Lire Dergisince "geleceğin 50 yazarı" arasında gösterildi. "Hayatın Sessizliğinde" adlı şiirsel- düzyazı metni 2005 yılında yayınladı. Kitap, Dünya Yayınlarınca düzenlenen yılın kitabı ödülünü kazandı. "Hayatın Sessizliğinde" metninin bir bölümü Piccolo tiyatrosunda sahnelendi. Ayrıca kitaptan bölümler, dans tiyatrosuna dönüştü. Gazete yazıları ve çeşitli dergilerde çıkan öykülerinin toplandığı iki seçki; "Bir Kez Daha" ve "Bir Delinin Güncesi" adı altında 2006 yılında yayınlandı. Meet bursunu kazanarak, St.Nazere davet edildi. Yurtiçi ve yurt dışı pek çok sergide metinleri yer aldı.

  Söyleşi yazarın Hayatın Sessizliğinde adlı kitabından bazı bölümleri okuyarak, açıklamasıyla başladı. Kentin bütün kadınları, Madem’in son sözcükleri Madem cehenneme yetiyordu.. Neydi peki beni yenen? Diye bitirdiğinde yenilmişim meğer sözcükleri çok derindi. Eksik kalanı çok sevdiğinden, annesinin hiç sevmediğinden bahsetti. Yazılarının kendisinde uyandırdığı duyguları, yazı biçimlerini anlatarak devam etti. Taş Bina ve Diğerlerini yazarken kahramanlarının dilini açıklaması ve kitabı yazarken yaşadıklarını anlattı. Sorgu sırasında, camdan atlayacakları yazdığı sahnedeki kahramanları ben- sen dilinin nasıl karıştığını, karışırken değiştiğini ve okuru farklı bir yere sürüklediğini. Melek karakterinin oluşumunu, hem hücrede ve çatıda oluşunu, taş binadan çıkamayacak olanın o olması sürecini. Camdan atlayacak kişi için dışarıda atla diyen kalabalığı bizzat kendisinin canlı yaşadığından bahsetti. Yazarak yaşayan, yaşadıklarıyla yüzleşen ve yüzleştikçe özgürleşen bir kadın. Bu coğrafya da yazmanın ve apaçık gerçeği yazmanın ağırlığını yine yazarak yok etmek, yazarın eserlerini meydana getirmiş.  Fizikçi kimliğinde büyülendiği yerde gizli sanki higs parçacığı. Yazgısını yazıyla parçacıklara ayırarak yaşayanlardan.

”Sözcükler bir cinayet aracıdır. Hayat kurtarıp hayat söndürebildiğini bilmelisin. Bilmiyorsan yazar olmamalısın. Benim de dilim sivridir ama hiç cinayet işlemeyi seçmedim.”



 A. T- Anlatmaktan vazgeçerek anlatan bir yazar olduğun söyleniyor. Tam anlatacakken vazgeçerek bunu ustaca yapıyorsun.Hayatında da bu var vazgeçtiğin bir Fizikçi kimliğin var. Bu dili nasıl kurguluyorsun? Romanlarındaki dünyayı yeni baştan kendin kuruyorsun, sözcüklerinde sezgisel bir hissediş var. Tabi bu bir hüner ama nasıl oluyor bu iş?

 A. E-Kırmızı Pelerinli Kent le ölüme doğru bir yolculuk yaptım ve geri dönüş yolculuğundayım Rio’dayken yaşadığım şiddet dolu gettoların bana yansıması ve şehrin şiddetini Özgüre yansıttım, iç dünya ile dış dünyanın birbirine yansıyan iki ayna gibi durması ve yavaş yavaş birbirine karışması, Rio ya bakan on milyon insan on milyon ayrı metin çıkarır. Özgürün anlattığı gerçeklik yazdığı kitapta mı öldü, kitabındaki şehirde mi? Yoksa gerçekten silahtan çıkan kurşunla mı vuruldu? Ki gerçekten vuruldu. Bu iki gerçeklik düzeyini iç içe geçirmek asıl meselem bu gerçeklik, hakikat. Ana metafor kente bakan kadın. Aydınlık bir odada karanlık bir kente bakarsanız camda kendi yüzünüzü görüyorsunuz, kente yansımasını ve o kentte size yansıyor. Dışarıda görülen her şey bana yansıyor, ben de o dış dünyanın bir yansımasıyım. Az çok bu dünyayı kurmaya, anlatmaya çalışıyorum, bu bir itiraf gibi. Benim yazım da onlardan oluşuyor. Bu sınırda dolaşmayı seviyorum ki bu sınır suskunluğa çok yakın bir sınır. Ele aldığım temalar işkence, Orfeus’da çok hoş. Bazı temalara yaklaşırken nerede susman gerektiğini biliyorsun. Nerede susman gerek hissediyorsun, susuyorsun, kendime de sustuğum anlatamadığım bir şeyler var, asıl sorular burada, kitapta da cevap veremiyorum, bazı şeylerin anlatılamayacağını deneyimledim. Kırmızı Pelerinli Kentte gördüm ancak anlık, sayfalar da kutsal olanla, kirli olan. Her sayfada ayrı bir yazı doğuyor ve birbirini siliyor. Görkemli bir şekilde yenilerek sustum. Her kitap ta kötü bir şey yazacağına susuyorsun.

 Soru-   O kırılma neydi? Böyle bir kariyerle vazgeçiş neden? Birde  anlatınız şiirsel zengin bir dil içeriyor, imge ve metafor yoğun. Renkleri çok güzel kullanıyorsunuz. Şafak kırmızısı, kan kırmızısı, alev kırmızısı arka arkaya böyle kırmızıyı ve ışığı kullanışınız, çok fazla karamsar metinler olmasına rağmen, ışıltılı kristalize sözcükler nedeniyle mi çok güzel okunuyorsunuz.  Bunu nasıl başarıyorsunuz?
 A. E-Bir eleştirmen nicede kara pırlanta demiş sesim için. Hayatımdan bahsedersem kaderciyim. İnsan hayatının merkezindeyken hayatının belirleyicisi sanıyor ama vazgeçtim. Gerçek olmaz, Rio daki yaşantımdan vazgeçerken de İstanbul’da da öyle. Köklerimiz bir yerlerde ve o karar yıllar önce alınıyor zaten. O karar bir anlık olsa da belirleyicisi yıllar önceden geliyor. Cerndeki beklentim çok farklıydı. Evren üzerine konuşan Eınstenler, Higsler beklerken öyle olmadığını gördüm, çok büyük bir baskı ve acımasız bir çark. Çok yetenekliler, çok iyiler bile posa olarak çıkabiliyor bu çarkın içinden. Cernden bana kalan en önemli şey iyi bir şey, edebiyat dünyasında bulamadığım belki de, yaptığın zaman a mısın b misin önemli değil. İyi bir şey yapman yeter. Ne buldun, ne yaptın, ne çözdün? Birbirlerinin yaptığını incelerler. Küçük bir hata bulunduğunda ağlatırlar, çok ağlayan insan gördüm. İki uçta bir hayat yaşıyordum. Boğaziçi’nde Fizik bölümünde asistanlık yaparken İstanbul’da bir Afrika Gettosunda yaşadım. Bir arkadaşım bunu dizi yapmış, anlatmıştım görmedim. O benim hayatım, ilk kitabım Kabuk Adam Tony’e adanmıştır. Arada böyle bir evre var. 92-93 Türkiye’si, Cihangir çok farklıydı. Ciddi bir şiddet vardı, sokağa yansımıştı. Afrikalılara uygulanan şiddeti ilk kez 99 da yazdığım zaman kimse inanmadı. Afrikalılar için ettiğim mücadele vardı. Türkiye toplumu bunu görmek istemedi, ırkçı değiliz biz dendi. 93 Türkiye’sinde 157 Afrikalıyı savunan biri olarak çok zorlandım. Rio’ya kendi seçimimle gitmedim kaçtım.

Soru- Kırmızı Pelerinli Kent’te labirentin içine girip çıkamaz hissettim. Sözcükler iç içe girmiş zorlanıyorsun, fakat bitirdiğinde mutlu hissediyorsun. Klasik bir roman gibi değil zorlandım. Siz yazarken neler hissettiniz? Varoluşla ilgili acaba neler düşünüyorsunuz?

 A.E-Kırmızı Pelerinli Kent mitolojik bir kitap benim için. çok şey söyleniyor. Dünyayla kurduğumuz ilişki, varoluşsal bir soru, kendime sorduğum soru Orfeus efsanesinde Orfeus neden arkasına döndü? Ölüler ülkesinden bir ölüyü geri getiremediği için geri dönüyor. Dönmese birlikte dönecekler. İnsanlar hatadır onun için ölümlüdür. Tamam, mantık olarak anlıyorum. Bütün tarih boyunca dönmüş, Özgürde bir Orfeus, yazının doğduğu an da ben bunu görüyorum. Kendisinden oluşturduğu ikinci bir ben. Bir vazgeçiş anı, yenilgi bile değil. Keşke yenilgi olsa. Bir kadın cesediyle karşı karşıya geliyor, Özgür dış dünyanın iç dünya ile çakıştığı an. Bu bir gerçek ben rio’da karşılaştım o kadın cesediyle, çok tiksindirici bir boyutu bir tür suskunluk. Cesette ben kendi ölümümü gördüm. Orfeus ben ölümlüyüm dedi, çıkaramadı o ölüyü. Yazıda ben bunu görüyorum, bilinç insan bilinci, ölümden geriye yaşam arzusu yazmak. Mitler bize bunu söylüyor. Bir müzisyen gidebiliyor ölüm ülkesine, ölüm olduğu için müzik var. Ben otuz yaşında karşılaştım ölümle, yazmayı seçtim. Elli yaşımda olsaydı, daha realist olurdum, tevekkülle karşılardım belki. Benim tepkim ölüm ve ölümsüzlük mitleriyle ilgilenmeme yol açtı. Roman yazdım. Yazmanın benim bedenimde hasta yapıcı ve iyileştirici etkileri var. Bir yıldan fazla Orfeus mitiyle boğuştum kendim. Teşhis konulamayan bir hastalığa yol açtı. Fiziksel bir çöküşe. Başka yazarlardan da duydum. Kitabını bitirmeye yakın felç olan var, bitiriyor iyileşiyor.

    Aradan yıllar geçti köşe yazarlığı girdi, bir yanıyla edebiyata göre kolay geldi. Böyle iç dünya dış dünya, derinlere gitmek zorunda değilim. Ölümlülük gibi temalar. Ama bir yanıyla da çok zordu, bir başkalarının hakkında söz söylüyorum. Bir doktor kadar olmasa da başkalarının hayatı hakkında sorumluluk hissi veriyordu. Alışık olmadığım bir şey, cezaevindeki birini görüyorsunuz, işkence görmüş, o gün neyi ne kadar anlatmalısınız? Gerçek ve basına yansımış kişiler, yeni çıkmışlar psikolojileri ne halde? İnsanları bire bir nesne haline koyup bir de üstelik basının vitrinine, doğası gereği böyle bir acımasızlığı taşıyan bir yazarlık, köşe yazarlığı. Birine haksızlık yaparken, diğerlerine ne yapıyorsunuz? Anlattığınız kimseye mi?  O dönemde bir mahkûm vardı. Hanım Baran yardım ve yataklıktan yatıyor, kanser, günleri sayılı son aşama durum malum cezaevlerinde.  Yasa var işletilmiyor. Çıksın evinde yatsın. Ben, Ahmet Altan, Perihan Maden öyle bir üçlü yazdık, bir mucize gibi çıktı. Çok büyük bir zafer duygusu işte, başardık. Devlete karşı insan hayatı zafer kazandık, hakkını kullandı. Bundan sekiz ay sonra gazete de ufacık bir haber Hanım Baran öldü. Benim yazıyla yaşadığım en kötü kırılmalardan biri. Bir daha köşe yazarlığım hiç öyle olmadı Aslı sen kimsin ki ölüme karşı zafer kazandığını düşündün. Sen Orfeus üzerine koskoca bir roman yazdın hiçbir şey anlamamışsın.

A. T-Doksanlı yıllarda Edebiyat dünyasında bireysel olanla toplumsal olanı birleştirmiş bir yazardın. Edebiyatımızın konusu olması gereken toplumsal olaylar o dönemin konusu olamadı siyasi erk nedeniyle. Sen açlık grevleri dönemini anlatabilir misin? Sen de açlık grevine katıldın. Ölüm oruçlarından sakat kalıp ölenler vardı. Bu dönem edebiyatçıları eleştiriliyor. Edebiyatçılar neden sustu bu kadar? Yeteri kadar dile getirilmedi mi?

A. E-Onun cevabını bulsak, bu gün Türkiye'nin şu anki haline bir yanıt bulmuş olurduk. Geçmişe olduğu kadar, geçmiş de bugün devam ediyor, diye bir söz var.  O kolay değil. Benim kişisel hikâyem, aile olarak köy kökenli, çerkez bir baba,zeki toplum içinde zekâsıyla ilerleyen, yırtıcı sol kökenli. Öbür tarafta keman çalan Selanikli bir kadın. Ailemde herkes aktif politika içinde, babam en önde. Ama ikiyüzlülük, söyledim evde şiddet vardı. Ben bunu söylediğinde annemde babamda beni susturmaya çalıştı. Yetmişli yılları ailem polis baskınları ile ağır yaşadı. Dışarıdaki polisi ben babamda görüyordum. Beş yaşındasın görüyorsun. Bir şekilde onlarla yaşamak ve sevmek zorundasın. İşin kötüsü elline geldiğinde bile hala babanın konuştuğunu kendi içinde duymak zorundasın. Yani bir faşisti, o da başka bir kuşaktan devraldığı. İstemesen de iç dünya dış dünya toplumsal, bireysel başlıyor. Toplumun büyük oranda biçimlendirdiği biri. Yazarlar sevmez böyle kuşak olarak adlandırılmayı. Seksen ağır bir kırılma dönemi.

Seksenlerde üniversiteye başladım. Ağır bir darbe dönemi, gençler Marksı tanımadan büyüyor. Sonra Özal dönemi, serbest piyasa. Her şey serbest, garip bir özgürlük. Kaçırılmış, kaybedilmiş bir zamanda var. Yaşanmamış bir hayat. Seksene kadar ben solcuyum deyince hayran uyandıran bir şeyken. Doksanlarda saf ve aptal, dünyadan haberi yok gibi bir şey halini aldı. Doksanların başında cezaevinden çıkanlar bambaşka bir dünya buldular. Hızla dönüşmüştük. Biz bu kuşağın edebiyatçıları olarak çıktık ve her yöne savurabilen bir edebiyat çıktı. Polisiye, tarih, tür olarak tanınmaları böyle oldu. Basın önem kazandı, yazarlar piyasaya sürüldü. Birer meta olarak hayatlarıyla, yazarın popülerliği önem kazandı. Görünürde kadın öne çıkmış gibi göründü,yazar erkek figürüydü. Pozitif ayrımcılık gibi görmüyordum. 91- 92 Cerndeyim, 93 İstanbulda afrikalılarla yaşıyorum. 94- 95 Brezilya Rio yoğun şiddet içeriyor. Dünya birincisi on sekiz bin tahmini, gerçek sayı altı bin ölü. Döndüğüm günün ertesi günü Metin Göktepe öldürüldü. Ondan sonra Sabancı suikastı. Rioda bile unutmuşum kimlik taşımayı, kimliksiz yakalanıyorum. Sonra 96 dönüyorum ölüm oruçları, sürekli bir değişim şiddet. Sonra bir öğrencim mektup yazdı Hürriyete, gebersin ölsünler açlıktan diye. Tuhaf görmemişim gibi ama zor geldi. Sonra köşe yazarlığı dönemi geldi. Şimdiki gibi değildi işler. Bu günle farklılığı ciddi tehditler alıyordum. Keşke yine alsam diyorum. Siyahla beyaz net görünüyordu. İşte ……. İşkencede ölüyor yazdın mı saat beşte polis seni arıyordu tehdit ini savuruyordu. İkinci kez yazdın mı kapında beyaz araba çok klişe şeylerle. Neyi yazıp yazamayacağın netti. Yaptığım en büyük iyilik yasaları okumak oldu. O yüzden uzun süre götürdüm ceza almadan. Çoğu şeyde yasaktı. Kürt demek yasak, w kullandı mı dönüyordu yazın. Cezaevlerini Aydın Doğan gazetesine taşımak. O devirde tabuydu. O gazeteyi okuyanlar cezaevlerindeki durumu, yedikleri sopayı okumak istemiyorlardı. Ulucanlar yazısını yazdım. Övündüğüm bir şeydi ilk yazan olmak. Hürriyetin manşeti Cezaevinde İsyan belki ilk diyemem ama yarı deli yalancı suçlaması o olmuştu. Yarı deli bir kadın cezaevleriyle ilgili bir şeyler uyduruyor. İnsanlar buna inandı. Ne zaman Hürriyet diyor a bu bir katliamdı aynı insanlar dönüşmüş oluyor.

 Soru-Edebiyatın bir fonksiyonu var mı, toplum olarak bu süreci aşmamızda?

 A. E-Zor bir soru, hakikaten var diyebilmek isterdim. Köşe yazarlığı nispeten, somut bir takım etkilerden söz edebiliyoruz. Yazının etkilerinden, ama edebiyat günümüzde merkezden uzaklaşıyor. Okurun hayatındaki merkezi rolünden uzaklaşıyor. Bir zamanlar köşe başı kitaplarımız vardı, benim vardı. Mesela Rilke’siz güne başlanmıyordu. Şimdi öyle bir kuşak olduğunu sanmıyorum. Televizyon öncesi kuşaklar okuyorlardı. Edebiyatın fonksiyonu soru işareti var. Bir yazarın yapabileceği mitoslar günümüze uyarlanabilir. Benim aradığım sorunun cevabı iki bin ya da dört bin yıl önce yazılmış bir metinle de olabilir. O günden bu güne gelen insana özgü bir insan ruhu vardır. Ama ölüm aynı değil bu temalar la bu değiştirilebilir mi bilemem. Bu toplum oluşturuyor ama toplumsaldan da ayrı düşünülemez. Herkesin uyguladığı bir şey bu kavramı oluşturan dış dünyadan kaçış, daha yalın sade bir dil mitoslar. Toplumsaldan bağımsız olamaz şiddet. Aile, polis, toplum hepsi şiddeti oluşturan.

 Soru-Bir hocam hastaydı, anjiyo olmak istemiyordu. Ölüme hazırlanmak için Lukyetyus okuyordu okudunuz mu yolunuz kesişti mi? Fizikle kopuşunuz nasıl oldu?

 A.E-Evet, çok uzun zaman oldu. Nasıl cevaplasam? Bir noktadan sonra geriye dönüş yoktur, varılması gereken noktada odur. Der Kafka derin bir cümle; varmak o anda mümkün artık geriye dönüş yoksa kıyıdan açılmışsan dönüş yok. Benim için Rio evet döndüğümde aynı kişi değildim. Taş bina öyle bir nokta buraya girdiğinde çıkışı yok aynı kişi olarak çıkmayacaksın. Döndüğün yer değişmiş olacak. Benim Edebiyatımın bir noktası bu sınırdan ötesi hatta hayatının sessizliğinde öyle bir cümle var Buradan geriye dönen bir yol olmalı mutlaka, hayattan buraya geldiğime göre yani uğursuzca bir cümle. Gelmişim bir yolla geldim ama. Fizikle kopuşumu böyle açıklayamam. Fizik hala çok severim. Higs konusuydu benim tezim onun üzerine Tanrı parçacığı oldu sonra. O zaman bir şakaydı, sonra ciddi oldu. Bilim olarak fiziğe duyduğum bir tutkunun, duyguların bir fizikçi hayatıyla aynı olmadığını gördüm. Fizikçi hayatına dayanamadım. Yazıda da aynı oldu yazmak benim için bir tutku ama yazarlık adına yaptığınız şey yazınızdan çalıyor.

 Soru-Yazılarınızda Fizikçi kimliğiniz yardımcı oldu mu?

A. E- Yazdıklarımda ilk dönem ben bir baksam fizikçiyi görürüm. Belki birebir çalmıyorum belki çok az metaforlar la anlatıyorum. Kırmızı Pelerinli Kentte sonda Özgür ölürken orada Rioyu anlatmaya çalışıyorum tek bir cümlede bütün bir kenti, rio orada ölümün değil hayatın meteforu oldu. Kuantum matematiğinde Dirac delta fonksiyonunu öğrenmiştim. Bir çan eğrisini iki yandan bastırın direk sonsuza gider. Ben büyülendim. Bu kuantum formülasyonu nu büyüleyici ve edebi buluyorum. Dirac delta hayat hakkında çok söylüyormuş gibi geldi. Ölüm anı soyutlama beni büyüledi. Fizikten gelen bir özellik, biz fizikçiler çok bilgi taşımayız. İyi bir fizikçi dört kâğıt parçası ondan ötesini kendin bulmak zorundasın. Bunun için bazen köşe yazılarımda ukalalık yapabiliyorum.

 Soru- Yazılarınızda büyük bir kaos var, yaşamınızda çok naifsiniz değiştiremiyor musunuz?

 A.E- Kaos antik düzende mitolojide de var. Naiflik evet kurtulamadığım bir şey. Kırmızı Pelerinli Kenti bitirdim, göndermişim etkisinden çıkamamışım. Telefon geldi kitabı okumuş “Sen ne yaptın Aslı” dedi ama ben çok kötü bir haldeyim. Evden çıkamamışım beş haftadır. Ev çöp eve dönmüş. Kitabın cümleleri geçiyor hayatımdan. O kadar gerçek ki. Özgürün yediği kurşunu istiyorum. O kadar gerçek ki kitap, mahvetti beni perişan etti. Ölsem olmayacak o kurşunu istiyorum. Çıktım oradan tek bir cümleyle “Ya dedim ben insanları öyle çok seviyorum” ki o güne kadar kendimi çok kötü hissediyordum. Kötü bir aileden gelmiş, huysuz, aksi biri gibi görmeye eğilimliydim. İnsanları soyutlaştırarak sevmek daha kolay. Ali’yi, Mehmet’i Ayşe’yi sevmek daha zor. O kitaplardaki insanları sevmişim, katili bile, sevgi dolu bir anlatım var orada.

 Soru- Dünya değişiyor, hayat acıtıyor çok gerçekçi anlattıklarınız mesela naiflik o kadar içten hissettim ki sizde bir değişiklik yapsanız bir atak yapın.

 A.E- Büyük bir aşk ve fiziksel şiddetin olduğu bir aile kurumunun parçalanmasından sonra ben hem annemim hem babam olarak devam edebileceğimi düşündüm. Ama sonra yine güçlü bir babayı cezaevinde görüşüm benim parçalanmama neden oldu. Bu bir suskunluk hali evet o benim bir parçam silip atamam onu genlerimden, çocukluğumdan. Reset yapamam. Yakın çevrenizden gördüğünüz şiddet, çok içsel bir yerdedir. Ne yaparsa yapsın seversiniz, bir parçanızdır ve onları seversiniz. Sizi seven birisine eziyet edin parçalayın bu tuhaf ama gerçek. Faşizmin en genel anlamında kendimde dâhil kimseyi melek olarak görmedim.

 Soru- Yarattığın kahramanlarla içselleştirmende, temelinde bir Panteist tutum gördüm. İç ve dış dünyanı yansıtmaya çalışmanda. Doğrumu acaba?

 A. E- Evet, Kırmızı Pelerinli Kent ilk çıktığında bir telefon geldi. Sofizmle, Tasavvufla ilgili bir bağlantınız var mı diye bir soru geldi. Kitap Fransa’da çıktığında Katolik düşüncesi, Alman Katolik dergisinde Katolik dendi. Sonra Aslı Erdoğan’da ölümün dal budak sarması gibi bir şey çıktı.


 A.T-  Şimdi seni daha iyi anlıyorum Aslı.  Suriye’de koridoru aç demek için sınıra gittiğimiz de Aslının sözlerini hatırlıyorum.” Koridoru aç diyorum, seninle benim aramdaki koridoru da açalım diyorum, iki insan arasındaki koridoru da" demişti. Aslı bireysel olandan hiç kopamıyor, orada sınır olarak iki insan arasında, anlamayan empati yapamayan insandan bahsediyordu.
Son söz Aslı senin.

 A.E - İç ve dış dünya üzerine. Şiddet yaşamıyormusunuz son yıllarda? Gezide on beş milyonluk gaz sıkıldı üstümüze. Nazizmin amblemi toplama kampıysa bizim amblemimiz Toma. Şiddet figürü toma. Ben kurbanlık konumuyla yüzleşmesi durumunu da, bir direnme biçimi olarak görüyorum. Kurbanın yakalanma durumunda paralize olabilirsin bu bir insanlık gerçeği. Bunu söylemeyi umutsuzluk olarak görmüyorum. İntikama inanmadığım için yapmadığım şeyler var. Bu bir özgürleşme anı. Yüzleşme özgürleşme anıdır, mitolojiyle Edebiyatla nerede yaparsanız yapın.

Nurten Yurt




0 yorum :